29 Ara 2014

Miladî Yılbaşı geldi çattı. Kârıyla zararıyla bir yılı daha geride bıraktık.
Firmalar ve işletmeler kâr-zarar hesabı yapmakla meşgul. Kâr edenler durumlarını değerlendirip önümüzdeki yıl kârlarını daha fazla nasıl artırırlar onun hesabını yapmaktalar. Zarar edenler ise, nerede hata yaptıklarını değerlendirip, ona göre tedbir almakta ve yaptıkları hataları düzeltmek suretiyle gelecek yıl kâra geçmeyi planlamaktalar.
Biz İnsanlar da firmalar ve işletmeler gibi,  kâr-zarar hesabı yapmak durumunda değimliyiz? Zaten çok kısa olan ömrümüzden bir yıl daha eksilmiş oldu. Geçtiğimiz yılı acaba nasıl geçirdik? Kârda mıyız, zararda mıyız diye hep birlikte bir değerlendirme yapalım.
Soralım kendimize! Geçen yıl kaç fakiri sevindirdik? Kaç ihtiyaç sahibinin ihtiyacını giderdik? Kaç yetimin başını okşadık? Kaç dertlinin derdine derman olduk? Karnımızı tıka basa doyururken, çevremizde aç yatan var mı diye hiç araştırdık mı?
Yoksa biz “komşusu aç içen, tok yatan bizden değildir.” diyen Son peygamber Muhammed Mustafa Sallâllah-ü aleyhi ve sellem’in ümmeti değimliyiz?
         Hz. Ömer radıyallah-ü anh, her akşam yatağa yatmadan önce “bu gün Allah (c.c.) için ne yaptın” diye kendini hesaba çekerdi. Onların yolundan gittiğini iddia eden bizler, her akşam kendimizi muhasebeye çekemiyor olsak bile, bari yılda bir kez olsun kendimizi hesaba çekmemiz gerekmez mi?
Geride bıraktığımız koca bir yılın muhasebesini yapmak yerine, “gün senin devran senin” diyerek yeni yıla hoplayarak, zıplayarak, tepinerek mi gireceğiz?
         Ey yeni yıla Hıristiyanlar gibi girme planı yapan kimseler! Şunu unutmayın ki! Resulüllah Sallâllah-ü aleyhi ve sellem “kim bir kavme benzerse o da onlardandır.” buyurmuştur. (Ebu Davud)
            Hem siz demiyor musunuz? “Yeni yıla nasıl girersek o yıl öyle geçer” diye.  Mademki öyle inanıyorsunuz yeni yıla Allah’ın yasak ettiği sarhoşluk veren içecekleri tüketerek kör kütük sarhoş girmeyiniz.  Girmeyiniz ki, gelecek yıl sizlere hayır getirsin. Eğer Allahın (c.c.) emir ve yasaklarını hiçe sayarak yeni yıla vur patlasın çal oynasın kabilinden Hıristiyanlar gibi girmeyi düşünenler varsa, vay böyle düşünenlerin haline!
Kardeşler hesap günü var. Hem de çok çetin bir hesap günü…
Yüce Allah (c.c.) Kur’an-ı kerimde şöyle buyuruyor:  “Azgınlara kötü bir gelecek vardır. Onlar cehenneme girecekler. Orası ne kötü bir kalma yeridir!.. (Sa’d suresi Ayet: 55-56)
Evet kardeşler! “İnandığımız gibi yaşamazsak yaşadığımız gibi inanmaya başlarız.” Yaşadığımız hayat tarzı, Müslüman’a yakışır bir hayat tarzı olmalı. Aksi takdirde bunun bedelini çok ama çok ağır öderiz.
         Madem Müslüman’ız. Bu günden tezi yok, Hıristiyanların yaşadığı hayat tarzına asla itibar etmemeli ve Müslüman gibi yaşamalıyız. Yarın Allah’ın (c.c.) huzuruna çıktığımızda o gün pişman olmak bize fayda vermeyecek!
         Yüce Allah (c.c.) Kur’an-ı kerimde şöyle buyuruyor:  Muhakkak ki, sizi yakın bir gelecekte azap var diye uyardık. O gün kişi, kendi elleri ile (yaptığı ve) takdim ettiği şeye bakacak . Ve nankör kişi (kendi kendine) şöyle diyecek: “Ah Keşke ben (insan olacağıma) toprak olsaydım.” (nebe suresi, ayet: 40)
         Kardeşlerim Yüce Kuran’ın öğütlerine kulak verelim. Şu üç günlük geçici dünya zevklerine aldanıp ebedi yurt olan ahiret yurdunu azap yurduna çevirmeyelim.
         Sağlık ve sıhhat ile nice güzel yıllara…

                            Muammer Yeşiltepe 

26 Ara 2014

Sizce, İslamiyet’le tanışmamış bir kimse, biz Müslüman olduğunu iddia eden kimselerin yaşantısına bakarak İslam dinini seçer mi? İslam’la şereflenir mi?
    
Hal bu ki, Peygamber efendimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) ve arkadaşlarının yüce ahlakı, samimiyeti, güvenilirliği, emanete sadakati, alçak gönüllülüğü, insanlara saygı, sevgi ve muhabbeti, ilim ve irfana verdikleri önem ve daha birçok güzel meziyetleri insanların akın akın İslam’la şereflenmesine vesile oluyordu. Zaten öyle de olmalı değil miydi?

Müslüman olmak demek aynı zamanda örnek insan olmak demek değil midir? Madem öyledir,
 Müslüman olmakla iftihar eden bizlere ne oldu da, İslam’ı temsil edemez olduk?
Müslüman olduğumuzu iddia ettiğimiz halde bizi tanıyan, bizimle çeşitli vesilelerle ilişkisi olan kimseler neden bizden etkilenerek İslâm’ı öğrenmek, araştırmak ve Müslüman olmak gibi bir duyguya kapılmıyor?
Böyle bir duyguya kapılmak şöyle dursun,
-“Görüyor musun Müslümanları hepsi böyle işte”
Diyerek bizim şahsımızda tüm Müslümanlara hakaret vâri sözler sarf ediyor?
Müslümanlara yönelik hakaret içeren sözler söylenmesinde bizim ne kadar payımız var hiç düşündük mü?
Şöyle bir düşünelim:Aynı evde yaşadığımız eşimize, çocuklarımıza ve diğer aile fertlerine karşı olan davranışlarımız konusunda, aynı mahallede yaşadığımız kimselerle olan komşuluk münasebetlerimiz konusunda, aynı işte çalıştığımız iş arkadaşlarımıza karşı olan tutum ve tavırlarımız konusunda, trafikte araç kullanırken diğer araç kullanan kişilere karşı hal ve hareketlerimiz konusunda İslâm’ın bize tavsiye ettiği ölçülere ne kadar riayet ediyoruz?
Acaba davranışlarımız İslam’a ne kadar uygunluk gösteriyor hiç düşündük mü?
Sevgili kardeşlerim! Elhamdülillah biz elbette Müslümanız. Fakat İslam’ın yaşamamızı emrettiği hayat nizamını kendi yaşantımıza adapte edemedik.
Biz Müslüman’ız fakat fertlerle ve toplumla olan münasebetlerimizde, İslam’ın bize emrettiği, tavsiye ettiği kurallara uyum göstermekten aciziz.
Hal böyle olunca da bizim davranışlarımızı ve tutumumuzu gözlemleyenler, yaşantımızın son derece bozuk olduğunu ve medeniyetten epeyce uzak ve kopuk olduğunu görüyor ve Müslüman bir topluluk içinde yaşadığımızdan dolayı da bu hatalı davranışlarımızı İslam’a mâl ediyor. Bu da bize büyük vebal yüklüyor.
İslami bir hayat deyince, sadece iman etmek ve ibadetleri yerine getirmek, yani namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek gibi; vazifeler akla gelmemeli.
Dolayısıyla, “İslâm” sadece iman esaslarına inanmak ve ibadetleri yerine getirmekle yaşanmaz. Onlar dinin esasıdır, ancak İslam dini esaslarının diğer mühim bir kısmı da muamelattır.
İslam dininin muamelat kısmı da; insanın diğer insanlarla, hatta hayvanlar, bitkiler ve eşya ile münasebetlerini düzenlemiş ve kurallara bağlamıştır.
İman ve ibadetler konusunda nasıl titiz davranıyorsak, Muamelat konusunda da aynı titizliği ve hassasiyeti göstermek durumundayız.
Eğer İslam’ın muamelât konusundaki, yani beşeri münasebetler konusundaki emir ve tavsiyelerine uygun bir hayat tarzını benimser ve yaşamaya gayret gösterirsek çevremizde yaşayan insanlara da örnek bir yaşam tarzı sergilemiş oluruz. Böylece Müslüman bir kimsenin yaşadığı hayat herkes tarafından takdirle karşılanır ve örnek alınacak bir hayat tarzı ortaya çıkar.
“İslam kâl dini değil hâl dinidir” denilmiştir.
Bu şu demektir ki; sen kendin yapmadığın bir şeyi sadece dil ile başkalarına söylüyorsan, o işi kendin yapmıyorsan, o konuda hâl, hareket ve tavırlarınla başkalarına örnek olmuyorsan boş yere nefesini tüketme demektir. Tam da bu tarif günümüz Müslümanlarına uygun düşüyor değil mi?
Biz hep söylüyoruz ama bir türlü başkalarına tavsiye ettiğimiz şeyleri kendimiz yapmıyoruz.
        Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de Bizi bu konuda ikaz ediyor ve
“Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz?” (Saff Suresi Ayet: 2)  buyuruyor.

O halde islâm dinini sadece iman ve ibadet boyutuyla değil, muamelat boyutuyla da yaşamaya çalışarak Müslümana yakışır bir yaşam tarzını kendi hayatımıza tatbik etmeliyiz ve başkalarına da örnek olmalıyız ki, bizimle uzaktan yakından ilişkisi olan insanlar bizi parmakla göstererek demek ki, islâmiyet insanı mükemmelleştiriyor muş demeli ve bizi örnek almalılar.
Umulur ki bu sayede kalpler islâm'a meyleder ve zulmette olan insanlık nura ve hidayete kavuşur.                Selam ve dua ile…                             Muammer Yeşiltepe


14 Ara 2014

Adana’da kaza geçiren bir işçi, olayı ayrıntılarıyla anlatmak için, şantiye şefine bir mektup yazmış ki, evlere şenlik… İtiraf etmek gerekirse, klasik Karadeniz fıkralarından biri sandım … Ama değilmiş, bire bir gerçek …

“Sayın şantiye şefim, İş kazası tutanağında planlama hatası diye yazmıştım. Bunu yeterli görmeyerek ayrıntılı bilgi istemişsiniz. Şu anda hastanede yatmama neden olan olaylar aynen aşağıdaki gibi olmuştur :

Bildiğiniz gibi ben duvar ustasıyım. İnşaatın 6. katında işimi bitirdiğimde, biraz tuğla artmıştı. Yaklaşık 250 kg. olduğunu sandığım bu tuğlaları aşağıya indirmem gerekiyordu. Bunun için bir varil buldum. Ona sağlam bir ip bağladım. 6. kata çıkıp, ipi bir çıkrıktan geçirerek, ucunu aşağıya saldım. Tekrar aşağıya inip, ipi çekerek varili 6. kata çıkardım. İpin ucunu sağlam bir yere bağlayıp, tekrar yukarı çıktım. Tüm tuğlaları varile doldurup aşağı indim. Tam ipin ucunu çektim ki, kendimi havalarda buldum. Ben yaklaşık 70 kiloyum. 250 kiloluk varil aşağı düşerken, beni yukarı çekti. Heyecandan ipi bırakmayı akıl edemedim. Yolun yarısında dolu varille çarpıştık. Sanıyorum sağ iki kaburgam bu sırada kırıldı. Tam yukarı çıkınca, iki parmağım ise, iple çıkrık arasına sıkıştı. Böylece parmaklarım da kırılmış oldu. O sırada yere çarpan varilin dibi çıktı ve tuğlalar yere saçıldı.
Varil hafifleyince, bu kez ben aşağı inmeye, varil yukarı çıkmaya başladı ve yolun yarısında yine varille çarpıştık. Sol bacağımın kaval kemiği de bu sırada kırıldı. Can havliyle ipi bırakmayı akıl ettiğimde 3. kat hizasındaymışım ve ipi bırakınca 3. kattan aşağıya düştüm. Sol kaburgalarım, sol el bileğimde o zaman kırıldı sanırım. Başımı yukarı kaldırdığımda ber de ne göreyim, boş varil hızla üzerime doğru geliyor. Kendimi toparlamaya çalıştım ama başaramadım ve varil kafama düştü. Kafatasımın da böylece çatladığını düşünüyorum. Bayılmışım…
Gözümü hastanede açtım...
Allah’ın herkezi böyle kazalardan korumasını diler, hürmetle ellerinizden öperim.

Duvarcı ustanız; Cengiz Sarıgül” 

7 Ara 2014



  • Harflerin mahreç (çıkış) yerleri:

Hemze: Harekeli olan elife denir. Mahreç yeri, boğaz aşağısıdır.
Be: Mahreç yeri, dudaklardır; dudaklar birbirine vurulur, nefes vererek kuvvetlice çıkarılır.
Te: Mahreç yeri, dil ucu ile üst ön dişlerin dipleridir.
Se: Mahreç yeri, dil ucu ile üst ön dişlerin uçlarıdır.
Cim: Mahreç yeri, dil ortası ile damağın ortasıdır.
Ha: Mahreç yeri, boğazın ortasıdır.
Hı: Mahreç yeri, boğazın ağza en yakın olan kısmı yani boğazın üstüdür.
Dal: Mahreç yeri, dil ucu ile üst ön dişlerin dipleridir.
Zel: Mahreç yeri, dil ucu ile üst ön dişlerin uçlarıdır.
Ra: Mahreç yeri, dil ucu ile üst ön dişlerin üstüne düşen damak kısmıdır.
Ze: Mahreç yeri, dil ucu ile alt ön dişlerin üstüdür.
Sin: Mahreç yeri, dil ucu ile alt ön dişlerin üstüdür.
Şın: Mahreç yeri, dil ortası ile damağın ortasıdır.
Sad: Mahreç yeri, dil ucu ile alt ön dişlerin üstüdür.
Dad: Mahreç yeri, dilin sol veya sağ ya da her iki tarafı ile üst azı dişleridir.
Tı: Mahreç yeri, dil ucu ile üst ön dişlerin dipleridir.
Zı: Mahreç yeri, dil ucu ile üst ön dişlerin uçlarıdır.
Ayn: Mahreç yeri, boğazın ortasıdır.
Gayn: Mahreç yeri, boğazın ağza en yakın olan kısmı yani boğazın üstüdür.
Fe: Mahreç yeri, üst ön dişleri ile alt dudağın iç kısmıdır.
Kaf: Mahreç yeri, dilin dibi ile üst damaktır.
Kef: Mahreç yeri, kaf harfinin mahrecinin dil ucuna doğru biraz altı ile damaktır.
Lam: Mahreç yeri, dilin iki kenarı ile birlikte dil ucuna varıncaya kadar üst damaktır.
Mim: Mahreç yeri, dudaklardır.
Nun: Mahreç yeri, dil ucu ile onun hizasındaki iki ön dişin etleridir.
Vav: Mahreç yeri, dudaklardır.
He: Mahreç yeri, boğazın dibidir.
Ye: Mahreç yeri, dil ortası ile damağın ortasıdır
Tecvid Sözlükte; “Bir şeyi süslemek”, “güzel ve hoşça yapmak” anlamlarına gelir.
Istılahta; "Kur'an-ı Kerim'i güzel bir biçimde okumak için uyulması gereken kuralları içeren ilim” dir.

وَ هُوَ اِعْطاَءُ الْحُرُوفِ حَقَّهاَ مِن كُلِّ صِفَةٍ وَمُسْتَحَقَّهاَ وَ رَدَّ كُلِّ وَاحِدٍلاَِصْلِهِ

“Harflerin lâzımî ve arızî sıfatlarının hakkını vererek her bir harfi mahrecinden çıkartmaktır.”

TECVİDİN KONUSU

Kur'an-ı Kerim'in harflerinin ve kelimelerinin, dilin fonetiğine uygun ve kulağa hoş gelen biçimde seslendirilmesi için öngörülen kurallardır.
Buna göre tecvit, harflerin çıkış yerleri, sıfatları, idğam, ğunne, uzatma, kalkale, izharvb. konuları içerir.

TECVİDİN İLGİ ALANI KUR’AN-I KERİM’DİR

TECVÎDİN GAYESİ VE AMACI

Tecvit, Kur’an’ın, Arapçanın fonetiğine uygun olarak, belli bir ses ahengi ve düzeni içinde güzel bir biçimde okunmasını amaçlar. İlahî kelâmın okunuşunda, dili her türlü hatadan korumaktır. Bu haber adresinden kopyalanmıştır
Kur'an'ı güzel okumak, dinleyen üzerinde olumlu bir etki uyandırır. Nasıl güzel okunan bir şiir/ezgi, notasına uygun icra edilen bir musikî, dinleyenleri etkilerse, güzel okunan Kur'an da dinleyenleri olumlu yönde etkiler. Onlarda güzel duyguları uyandırır. Bu bakımdan Kur'an'ın güzel okunması, Müslümanların geleneğinde çok önemli görülmüştür.

TECVİDİN HÜKMÜ

Kur’an’ı Kerim’in tecvitli okunması farzdır. Namaz kabul olacak kadar Kur’an’ın tecvitli okunması farz-ı ayndır, Kur’an’ın tamamının tecvitli okunması farz-ı kifayedir.

TECVİD İLMİNDE LAHN (OKUYUŞ HATASI)

Hata etmek ve doğrudan sapmak gibi manalara gelir. Tecvid ilminde: Tecvid kaidelerine uymamaktan meydana gelen hata demektir. İki kısma ayrılır:

LAHN-I HAFİ: Küçük ve gizli hatadır ki ancak tecvidi iyi bilen, kuran ve kıraat ilmi konusunda ehil olan kimselerin fark edebileceği hatalardır.

a) İhfayı, idğamı, iklabı, izharı yerine getirmemek, vacip medleri eksik çekmek, yahut medd-i tabiiyi fazla uzatmak gibi. Bu hataları yaparak okumak tahrimen mekruh olarak kabul edilmiştir. Bu haber

b) “ra” harfindeki tekrir sıfatında, “nun” ve “mim”deki ğunne sıfatında (ifrad ve tefride kaçmak) hata etmek, lam harfini ince okunması gereken yerde kalın okumak, ra’yı kalın okunması gereken yerde ince okumak gibi. Bu türden lahn-ı hafi tenzihen mekruh olup okuyuşu bu tür hatalardan korumak müstehaptır. Bu habe

LAHN-I CELİ: Ağır ve açık hata demektir. Kur’anı okuyabilen herkesin kolaylıkla fark edip anlayabileceği derecedeki hatalı okuyuşlardır.

a) Harflerin mahreç veya sıfat-ı lazimelerini bozmak. (خَلَقَ) yarattı (حَلَقَ) traş etti, (صِراَطَ) yerine (صِراَدَ) okumak

b) Harekelerde yapılan hatalar. اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ de تَ yi ötreli veya esreli okumak gibi. لِلَهِ yerine لِلَّهُ demek.

c) Kelimede bir harf ziyade etmek veya eksiltmek. (لَمْ يَلِدْ)yerine (لَمْ يَلِيدْ)  gibi.

d) Medd-i tabiî’leri terk etmek. (قاَلَ) yerine (قَلَ) gibi.

e) Harekeyi sukûna, sukûnu harekeye çevirmek. (اَلْحَمْدُ)yerine (اَلِحَمْدُ) gibi.

Bu gibi hatalar vuku bulduğunda, ibarede mana ister bozulmuş olsun ister bozulmasın lahn-ı celi olarak kabul edilmiştir. Bir müslümanın kuranı lahn-ı celiden kurtaracak kadar tecvidi uygulaması farz-ı ayn olduğuna göre lahn-ı celi yapan fahiş bir hata ve haram işlemiş olur. Çoğu zaman namaz bozulmuş olur.
Müslümanların her konuda bilgi sahibi olmaları bir görevdir. Din konusunda bilgi ise, İlmihal (herkesin durumuna göre gerekli olan bilgiler) adını alarak en önemli yeri tutar. Her müslümanın bağlı bulunduğu İslam dini konusunda yeterli bilgi sahibi olması bir borçtur. Edindiği bilgilerle de üzerine düşen dinî görevleri yerine getirmiş olacaktır.
  Aslında bütün insanlığın manevî ruhu yerinde olan dinden, din bilgisinden hiç kimse uzak kalamaz. Öteden beri ister ilkel olsun, ister medenî toplumlar, hiç biri bir dine bağlı kalmaktan dışarı çıkamamıştır.
  İnsanların gerçek mutlulukları ve saadetleri ilahî bir din yolu ile ortaya çıkar. Sağduyulu kimselerin ruhları ve vicdanları, böyle bir din ile huzursuzluktan kurtulur, yatışır. İnsanlığın yaratılışındaki yüksek amaç, ancak böyle ilahî bir dine sarılmakla gerçekleşir.
  Öyle ise, uyanık bir ruha, temiz bir vicdana sahib olan insan böyle gerçek bir dinden nasıl uzak kalabilir: Kendi benliğini, geleceğini ve mutluluğunu korumak isteyen bir insan, böyle yüce bir dinin inançlara, temizliğe, ibadete, helal ve harama, ahlaka dair kutsal hükümlerinden muhtaç bulunduklarını öğrenip uygulamak duygusundan nasıl habersiz kalabilir?
  O mübarek dinin yaşamasına, yükselmesine, yayılmasına, medeniyet saçan şanlı tarihine ait bazı bilgileri öğrenmek isteğinden, insan nasıl gafil bulunabilir?
  Hiç şüphe yok ki, benliklerini kaybetmeyen uyanık kişi ve cemiyetler bu ihtiyacı ruhlarında duymuşlardır. Dinî eserleri aramayı, onları bulup okumayı gerekli görmüşlerdir.
  İnsanların, yaratılışlanndaki meyilleri ve ruhî ihtiyaçları sebebiyle her asırda din bilginleri tarafından sayısız dinî eserler yazılmıştır. Ancak her devrin ve muhitin durumuna ve kabiliyetine göre bu gibi eserlerde bir yenilik göstermek, mana ve ruhları değişmeyecek şekilde dini meseleleri imkan dahilinde herkesin anlayabileceği bir ifadeyle yazmak, bunların birtakım hikmet ve faydalarını sade bir dille ortaya koymak da çok gereklidir.
  İslam dininin kapsadığı hükümler esas bakımından dört kısma ayrılır:
  1- İtikada air hükümler,
  2- İbadetlere ve amellere ait hükümler,
  3- Helal-haram olan şeylere, mubah ve mekruhlara ait hükümler,
  4- Ahlaka ait hükümler.
  Bu dört kısım hükümler üzerinde çok geniş ve değerli kitablar yazıldığı gibi, özet halinde kolay anlaşılır kitablar da fazlasıyla yazılmıştır. Gerçek şu ki, bu dört kısmın her biri üzerinde ayrı ayrı birer kitab yazılmış; fakat bu dört kısmı bir araya toplayan kitaplar azınlıkta kalmıştır.
  Biz aslında ayrıntılı eserlerden uzak kalamayız. Ancak böyle geniş kapsamlı eserleri okuyup onlardan gerekli meseleleri seçip ayırmaya herkesin güce yetmez. Görevleri ve zamanları buna elverişli olmaz. Çok kısa eserler de ihtiyacı karşılamaya yeterli olmaz, maksadı karşılayamaz. Üstelik bu eserlerin ifadesi ağır olursa, istenilen bilgileri elde etmek çok güçleşir.
  Çeşitli görev ve hizmetlere ayrılmış olan din kardeşlerimizin dini ihtiyaçlarını yeterince karşılayabilecek bir "İlmihal" kitabı yazılmasını çok kimseler benden isteyerek bana başvurmuşlardı. Bunun üzerme kutsal dinimizin İtikat'a, temizliğe, ibadete, kerahiyet (hoş olmayan) ve istihsana (güzel olan şeylere), ahlaka dair hükümleri üzerinde ve bir kısım büyük peygamberlerin hayatları ile İslam dininin tarihçesine ait on kitabdan ibaret oldukça büyük bir "İlmihal" kitabı yazmayı bir görev saydım. Yüce Allah'dan yardımlar dileyerek bu görevi yerine getirmeye başladım. En güvenilir, en kıymetli din kitablarımıza başvurdum. İbadetler kısmını daha uzunca hazırlamaya çalıştım. İkram ve feyzi bol olan Yüce Allah'ın yardım ve ihsanı ile meydana gelen bu esere "Büyük İslam İlmihali" adını verdim.
  Eğer bu eserim, din kardeşlerimin faydalanmalarına hizmet ederek hayırlı dualarını kazanmaya vesile olursa, kendimi bahtiyar sayarım. Bütün yazı ve çalışmaları ile yalnız Hak Teala Hazretleri'nin nzasını kazanmak isteyen aciz bir yazar için bundan büyük bir mükafat olmaz. Başarı Yüce Allah'dandır...

Fatih Dersiamlarından
Erzurumlu Ömer Nasuhî Bilmen


19 Kas 2014


Kim kimden uzun, kim kimden kısa.
Boyda mı sorun o belli değil.
Kime  inandık, kimlere kandık.
Kim Kimle? nerde? O belli değil.

Hizmet aşkı mı? Makam aşkı mı?
Mevki aşkı mı, o belli değil.
Kâfir’e kucak, mü’mine tuzak
Tuzaktaki kim? o belli değil.


İnanandan al, malıyla güçlen.
Kimden güç aldın, önemli değil.
Şer odaklarla iş birliği yap.
Ülke kaybetmiş, önemli değil.

İnsan yetiştir, Hak hizmeti de.
Her bir haltı ye, önemli değil.
Bir el uzansa bir garip için.
Önüne set ol önemli değil.

Ne olur bilmem ülkemin hali?
Ne, niçin, neden? o belli değil
Hizmet uğruna yola düşenler.
Kime hizmette o belli değil.

                                Garip kul / 14 / 02 / 2014

11 Kas 2014

Hazreti Ömer ve Sa'd İbni Vakkas Hazretleri, İran'a at satmaya gitmişlerdi. İran'a vardıkları zaman şehrin girişinde cirit oynayan bir kısım genç görüp seyre daldılar. Bir ara yabancıların kendilerini seyretmekte olduğunun farkına varan gençlerden birisi yanlarına gelip "sizi gidi Bedeviler" gibi sözlerle hakaret ettikten sonra, satmak için getirdikleri ve üzerine bindikleri Arap atlarını ellerinden zorla aldılar.
Hazreti Ömer ve Sa'd ibni Ebi Vakkas Hazretleri ticaret maksadıyla geldikleri şehre üzgün ve  kederli bir vaziyette girdiler. Yanlarında yiyecek bir şeyleri olmadığı gibi paraları da kalmamıştı. Aç susuz akşam olmasını beklediler. Akşam olunca da bir hana vardılar. Kapıdan girer girmez hancı, misafirlerin yabancı olduğunu ve üzüntülü olduklarını anladı. Neden üzüntülü olduklarını sordu. Hazreti Ömer daha üzgün görünüyordu. O hiç konuşmadı. Sa'd ibni Ebi Vakkas Hazretleri ise başından geçenleri hancıya dert yanarak anlattı. Hancı misafirlerini dinledikten sonra:
- Siz kederlenmeyin, bizim hükümdarımız son derece âdildir. Ya atlarınızı buldurur, yahut bedelini tazmin eder. Sizin anlattığınıza göre elinizden atları alan hükümdarın kendi oğludur. Ama o mutlaka bu meseleyi halleder, diyerek teselli verdikten sonra:
-Her sabah hükümdarımız pazar yerinde halkın önünden geçer ve halk ona dert ve dileklerini bildirirler. O da ne icab ediyorsa hemen yapar. Siz sabahleyin hemen pazar yerine gidin vaziyeti anlatın dedi.
Sabah, Hazreti Ömer ve arkadaşı pazar yerine çıkıp hükümdarı beklemeye başladılar. Biraz sonra hükümdar yanında tercümanları olduğu halde geldi. Herkes nesi varsa açık açık söylüyor o da gerekeni hemen orada yapıyor veya yapılmasını emrediyordu. Sıra Hz. Ömer ve Sa'd ibni Ebi Vakkas'a geldi. Onlarda başlarından geçenleri anlattılar., atlarının bulunup geri veilmesini dilediler.
Hükümdar bunları dinleyince yüzü çok asıldı ve üzüntülü olduğu her halinden belli idi. Bir kese altın verdi ve atlarının da bulunacağını söyledi. Hükümdar tercüman vasıtası ile konuşuyordu, tercüman ise atı alanların hükümdarın oğlu olduğunu söylememişti. Hazreti Ömer ve Sa'd ibni Ebi Vakkas Hazretleri yine akşam kaldıkları hana geldiler. Bu sefer yanlarında paraları da vardı, karınları da toktu. Hancının parasını verdiler, o gece de orada kalıp sabahleyin yola çıkmayı düşünüyorlardı. Hancı ne olduğunu sordu. Onlar hükümdarla görüştüklerini ve atları bulacağını söylediler, dedi.
Hancı birden öfkelendi ve :
-Demek kendi oğlu olduğu zaman iş değişiyor, dedi.
Sabah oldu bu sefer hükümdarın karşısına hancı çıkıp:
-Hükümdarım, suçu işleyen başkası olur ceza verirler de, sizin oğlunuz olursa cezasız kalır öyle mi? dedi.
Nuşirevan bunu duyunca rengi değişti ve çok sinirlendi ve şöyle emretti:
-At sahipleri yarın şehri terketsinler... Fakat biri şehrin kuzey kapısından, biri de güney kapısından çıksın dedi.
Sabah oldu ve atların değerinden fazla para verdi. Hazreti Ömer ve Sa'd ibni Ebi  Vakkas Hazretleri şehri terkediyorlardı. Bir de ne görsünler, şehrin bir kapısına atı alan genç, diğer kapısına ise hükümdara yanlış bilgi veren tercüman asılmışlar ve cesetleri ipte sallanır halde...
     (Not: Ne yazıktır ki, adaletiyle meşhur bu hükümdara iman nasip olmamıştır. Efendimiz (s.a.v.) imansız gittiklerine üzüldüğü isimler arasında bu hükümdarı da saymıştır.)
Aradan zaman geçti, Hazreti Ömer Halife oldu, Sa'd ibni Ebi Vakkas ise Mısır valisi oldu. Mısır'ı İslamlaştırma gayesiyle bir de cami yapılacaktı. Bu camiye en müsait yer ise bir yahudinin arsası idi. Mısır valisi yahudinin yerine cami yapımına başladı. Yahudi çaresiz bir şekilde düşünürken müslümanlardan bir zat:
-Nedir senin bu halin? diye sordu.
O:
-Bir evim vardı, başka bir şeyim yoktu. Vali şimdi oraya cami yapıyor. Ben ne yapabilirim? Şimdi açıkta kaldım, dedi.
Müslüman ona:
-Sen git Medine'ye... Orada Halife Ömer vardır. Derdini ona anlat. Senin derdine mutlaka bir çare bulur, dedi.
Yahudi daha islamiyetin nasıl bir din olduğunu bilmiyordu. Medine'ye vardı. Halife'yi sordu, bahçede çalıştığını söylediler. Gitti Bahçeyi buldu. Baktı ki, orada bir adam çalışıyor. Yanına yaklaşıp:
-Ben Halife Ömer'le görüşmek istiyorum, dedi.
Ona göre hükümdarın tarlada ne işi vardı. Karşısındaki:
-Derdini anlat! Ömer benim, dedi.
Yahudi derdini anlatıp, bir çare bulunmasını söyleyince Hazreti Ömer, öfkeli bir şekilde, bir kemiğin üzerine bir şeyler yazıp adamın eline verdi:
-Götür bunu valiye ver, dedi.
Yahudi bu yazışmadan pek bir şey anlamamıştı. Bundan bir şey çıkmaz, diyordu kendi kendine...
Mısır'a gelip kemiği Sa'd ibni Ebi Vakkas'a verince, vali çok korkmuştu. Hemen evi eskisinden daha güzel bir şekilde tamir etti ve yahudiye verdi. Hem de onu memnun etmek için bir miktar da yardımda bulundu. Hazreti Ömer'in gönderdiği kemiğin üzerinde sadece şu iki kelime yazılı idi:
-Sa'd ibni Ebi Vakkas Ben Nuşirevan'dan daha adilim!...
       Umarım yaşanılan bu iki olay;  Devlet reisinden, Belediye reisine kadar, mahalle reisinden, aile reisine adar hepimizin sorumluluk taşıdığımız kimselere karşı  ne kadar adaletli olmamız gerektiği konusunda bizlere örnek olur. Zira   Abdullah b. Ömer (r.a)'ın naklettiği bir hadiste Allah Rasûlu pygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdular:  "Hepiniz çobansınız ve hepiniz mahiyetiniz  altındakilerden sorumlusunuz. (ila ahiril hadis

10 Kas 2014

Soru:
Gusül Abdest'i Nasıl Alınır?
Cevap:
Gusül, Allâh-ü Teâlâ'nın emrettiği, hem maddi hem de manevi temizlik şeklidir. Namazın doğru olması için, abdestin ve guslün doğru olması lazımdır. Cünüb olan erkek olsun kadın olsun Her Müslümanın gusül abdesti alması farzdır.
Herhangi bir kadın hayzdan ve nifasdan kurtulmuş ise ve namaz vakti daha çıkmamış ise, vakti çıkmamış namazı kılmak için gusül abdesti alması farzdır. Gusül abdesti boy abdesti olarak da bilinir.
Namaz kılan ve kılmayan herkes, bir namaz vaktini cünüb geçirirse, çok acı azab görecekdir. Su ile yıkanmak mümkün olmazsa teyemmüm etmelidir. Cünüp olan kimse, ilk fırsatta gusletmeye çalışmalıdır. Bu durumda, ancak içinde bulunduğu namaz vaktinin çıkmasına kadar izin vardır; guslün daha fazla geciktirilmesi günah olur.

"Eğer cünüp iseniz iyice yıkanıp temizlenin" (Mâide sûresi, 6)

GUSÜL ABDESTİ NASIL ALINIR:
- Gusletmek isteyen bir kimse, banyoya girmeden ''Eûzü- Besmele'' çeker ve sol ayağı ile banyoya girer (Eğer banyoya girdikten sonra Besmele çekmek gerekirse kişi, Besmeleyi ağız kıpırdatmadan içinden çeker).

- "Niyet ettim Allah rızası için gusül abdesti almaya" diye niyet eder.

- Önce avret mahallini temizler.

- Güsle başlamadan namaz abdesti alır.

- Bundan sonra ağzına üç kere dolu dolu su alır ve her defasında ağzını boğazına kadar gargara yapmak sûretiyle çalkalar (Oruçlu ise boğazına su kaçmamasına dikkat eder).

- Sonra burnuna üç defa kuvvetlice su çekerek burnunu temizler, buradaki ölçü, çekilen suyun burnu sızlatacak derinlikte olmasıdır.

- Önce başa, sonra sağ omuza, sonra sol omuza su dökülür, bu işlem üç defa tekrarlanır.

- Daha sonra bedende hiç bir yer kuru kalmayacak şekilde bütün vücut ovalanarak yıkanır. Göbek boşluğuna ve küpe deliklerine su gitmesi sağlanır bu hususa azami dikkat edilmelidir.

- Ayak altında su birikmiş ise, çıkarken ayaklar yıkanır.

- Daha sonra sağ ayak ile gusledilen yerden çıkılır.

GUSÜL ABDESTİNİN FARZLARI:
- Ağza su alıp boğaza kadar çalkalamak.
- Burna su çekip yıkamak.
- Bütün vücudu ıslanmayan yer kalmayacak şekilde yıkamak.

GUSÜL ABDESTİNİN SÜNNETLERİ:
- Gusüle niyet etmek.
- Besmele ile başlamak.
- Bedenin bir tarafında pislik varsa onu önceden güzelce temizlemek.
- Avret yerini yıkamak
- Gusülden evvel abdest almak.
- Bedenine üç defa su dökmek ve suyu bedenin her tarafına ulaştırmak.
- Su dökünmeye baştan başlamak, sonra sağ omzuna, sonra sol omzuna dökmek ilk defa döktüğü          zaman bedeni ovmak ve suyu bedenin her tarafına ulaştırmak.
- Ayağının olduğu yere su birikirse, abdest aldığı zaman ayak yıkamasını sonraya bırakmak…

BÜLUĞ ÇAĞINDAKİ KİMSEDEN ÜÇ ÇEŞİT SIVI HASIL OLUR:
- Meni,  - Mezî,  - Vedî

Bu sıvılardan guslü gerektiren yalnızca MENİ'dir.

Meninin üç özelliği vardır:
- Sıçrayarak çıkması,
- Hazzın hasıl olması.
- Yaş iken hamur kokusunu, kuru iken yumurtanın beyaz kısmının kokusunu vermesidir. 

Mezî: beyaz ve ince bir su olup şehvet hissi galebe çaldığı anlarda meydana gelen bir sıvıdır.
Vedî: idrardan sonra çıkan katı ve beyaz bir sıvıdır.
 “vedi” ve “mezi”den dolayı gusül gerekmez.
Şehvetten dolayı kadından gelen ıslaklığa ise "kazi" denilmektedir.
 Bundan dolayı sadece abdest bozulur ancak orucu bozmaz ve gusül gerekmez.

GUSLÜ GEREKTİREN HALLER:
Guslü gerektiren hal cünüblüktür. Ayrıca kadınların hayız ve nifas halinin sona ermesidir. Cünüblük hali ise, Tenasül organından meninin şehvetle atılmasından ve cinsel ilişkiden meydana gelir.
         Şehvetle yerinden ayrılan ve şehvetle dışarıya atılan bir meniden dolayı gusletmek gerekir. 
Bakmak ve dokunmak suretiyle şehvetle gelen meniden dolayı da gusletmek gerekir.
         Cinsel ilişki halinde tenasül organının sünnet yeri veya o kadar bir kısmı içeri girmişse, meninin gelip gelmemesine bakılmaz. Böyle bir durumda erkeğin de  kadının da gusl etmeleri gerekir. 
         Uykudan uyanan kimse, yatağında, çamaşırında veya bedeninde bir yaşlık görünce bakılır: Eğer rüyada cinsel ilişkide bulunduğunu hatırlıyorsa, gusletmesi gerekir. Yaşlığın meni olup olmamasında şüpheye düşmesi bir önem taşımaz. Ancak ihtilâm olduğunu hatırlamadığı takdirde, gelen akıntının mezi olduğunu anlıyorsa, gusl etmesi gerekmez. Fakat meni olduğunu biliyor veya şübheye kapılıyorsa, gusletmesi gerekir. İhtiyata uygun olan da budur.
         Yatağından uyanıp kalkan kimse, ihtilâm olduğunu hatırladığı halde, tenasül organında bir yaşlık görse gusletmesi gerekir. Ayakta veya oturduğu yerde uyuyan kimse, uyanıp da bu organında bir yaşlık görse, bakılır: Eğer bu yaşlığın meni olduğuna kanaatı varsa veya uyumadan önce bu organı hareketsiz bir halde idi ise, gusletmesi gerekir. Fakat böyle bir kanaatı yoksa ve tenasül organı da önceden uyanık durumda idi ise, gusletmesi gerekmez. Bulunan yaşlığın mezi olduğuna hükmedilir. Çünkü organın uyanık olması, mezinin çıkmasına sebeb olur.
         Sarhoş veya bayılmış olan bir kimse uykusundan uyanıp da, kendisinde meni bulacak olsa, gusletmesi gerekir. Mezi bulacak olsa yıkanması gerekmez.
         İdrarını yaparken, tenasül organı uyanık olduğu halde meni gelse, yıkanması gerekir. Organ uyanık olmayınca, gusletmek gerekmez, çünkü uyanıklık şehvetin bulunmasına delildir.
         Bir erkek veya bir kadın rüyada ihtilâm olsa da, meni dışarıya çıkmış olmasa, yıkanmak gerekmez.
         İhtilam olan veya cinsel ilişkide bulunan bir kimse, idrarını yapmadan veya çokça yürümeden veya yatıp uyumadan yıkansa da, sonra kendisinden meninin arta kalan kısmı çıkacak olsa, ikinci kez yıkanması gerekir. Fakat idrarını yaptıktan veya epeyce yürüdükten veya uyuduktan sonra şehvetsiz olarak gelecek meni guslü gerektirmez. Çünkü bu durumda o meni, yerinden, şehvet olmaksızın ayrılmış bulunur. Yine bir kadından, yıkandıktan sonra, kocasının menisi çıkacak olsa, tekrar gusletmesi gerekmez.
         Bir yatakta yatıp uyuyan iki kimse, uyandıkları zaman ihtilâm olduklarını hatırlamayarak yatakta meni gibi bir yaşlık görseler veya kurumuş meni görüp de o yatakta kendilerinden önce başka bir kimse yatmış olsa bu durumda meninin kime ait olduğu bilinmese, her ikisinin de ihtiyaten yıkanması gerekir.
         Şehvet olmayıp da döğülmeden, ağır bir yük kaldırmadan ve yüksek bir yerden düşmeden dolayı meni gelmesiyle gusül gerekmez.
         (İmam Şafiî'ye göre bu hallerde de gusül gerekir.)

5 Ağu 2014

Orta Karadeniz seyahati esnasında Sinop’u da ziyaret eden siyasetçi yazar KAMİL ÇAKIR’IN kaleminden “Denizin Surları Öptüğü Kent: Sinop” başlıklı yazı
                                                                Her şehrin kendine has bir yapısı vardır. Tarihi başlangıcı ve süregelen hayatı ile farklılıklar sunar insanlara.
İçinde acılar ve mutluluklar yan yanadır çoğu kez. Bir insan gibi yaşarlar adeta. Doğarlar, büyürler, gelişirler ve ölürler.
Ölen insanlar gibi gömülürler de bazen. Yüzyıllar sonra kalıntıları çıkarılır toprak altından. Yani yaşayan canlı gibidir şehirler.
Yaşayan şehirler içerisinde belki de en yaşlısıdır Sinop. Antikçağdan beri devam edegelen bir hayatı vardır onun. Helen, Roma, Bizans, Selçuklu gibi misafirleri olmuştur bu şehrin. Yeşille yaşamış ve mavi ile doymuş bir şehirdir bu şehir. Karadeniz’in en uç noktası olması dolayısıyla Türkiye’nin kaptan köşkü gibidir.
Doğanın engin yeşilliği arasından çıkıp şehre girerken, surların yanında elinde feneriyle karşılar sizi Diyojen. Kalpazanlık suçundan sürgün edildiğini hatırladığımızda adeta karşıdaki tarihi ceza evinden kaçmış ve yolunu arayan suçlu görüntüsü sergilemektedir. Yarımada şekliyle denizin içine girmiş şehir, hırçın Karadeniz'e sunulmuş emzik gibi durmaktadır. Bir yanında bu hırçın dalgaları sakinleştiren Karadeniz’i yansıtan dış liman, diğer yanında rüzgarsız ve sakin duruşuyla Akdeniz’i anımsatan İç Liman. Taliplisi çok olan genç kız gibi arzuları kabartmakta olan bu mekan, güzelliğinden dolayı tarih boyunca bir çok istila görmüştür.
Sinop’la özdeşleşmiştir tarihi cezaevi. Nice hayatlar sönmüş karanlık odalarında ve nice umutlar bağlı kalmış zindandaki zincirlerinde. Şiirler, romanlar, yazılar yazılmış aşılması zor surlarla çevrili taş duvarların arasında. Kalenin içinde gizlenmiş hayat yutan bu mekanda dolaşırken, dalga seslerini duyup ona dokunamamanın, doğanın kokusunu alıp ona ulaşamamanın, yüreğindeki bin bir umutla, umutların söndüğü zindanlarda kalmanın ne demek olduğunu anlıyorsunuz. Hasretler, nefretler, özlemler, sevgiler, aşklar, intikamlar, cinayetler ve hulasa duvarlara kazınmış bütün duygular, yıllar sonra gelecek nesillere aktarılmayı bekliyor. Bir umut diye dikilen ağaçların gölgesi serinletmiyor duygu yüklü gönülleri. Bütün suçluların cezasını yüreğinizde hissederek ve gönül dünyanız karmakarışık bir şekilde Sinop hapishanesinden, en kısa süreli bir mahkum olarak, “Aldırma gönül” diyerek ayrılıyorsunuz.
11 top yatağı, cephanelik, asker koğuşu ve mahzenlerden oluşan yarım ay şeklindeki Paşa Tabyası, yarımadanın güney ucunda tarihten dersler vermektedir Osmanlı torunlarına. Osmanlının savaş ve savunma konusunda ne denli gelişmiş olduğunun resmidir bu tabyalar. Bu tabyalar, şehri yer altından fırdolayı dolaşan dehlizleri ile insanların ve şehrin güvenliğini, onları rahatsız etmeden sağlamanın en güzel yoludur adeta.
Tarihe tanıklık ediyorsunuz müzesinde Sinop’un. Yüzlerce yılı üç beş dakikada bir film gibi izliyorsunuz dolaşırken. Yaşayan tarih gibi karşılıyor sizi Etnografya Müzesi. Deniz şehitliğinde Fatihalar yankılanıyor kulaklarınızda. Doğa harikası Hamsilos koyu sonunda bir gelin edasıyla bekler sizi Akliman. Yarımadanın üstünde gün batımını izlerken uzaktan, Türkiye’nin en kuzey noktası İnceburun’dan göz kırpıyor size deniz feneri. Şehitler Çeşmesi’nden içtiğiniz suyun bedeli şehit askerlerin cebinden ödenmiştir yıllar önce. Ölüm hariç her şeyden emin olduğunuz hissi uyanır sizde Kalenin içinde iken. Farklı dinlere saygının timsalidir Balatlar Kilisesi’ne gösterilen ihtimam. Fethin sembolü gibi karşılar sizi Alaaddin camii. Peygamber kokusu alırsınız Seyyid İbrahim Bilal Hazretlerinin cami ve türbesinde. Din ve tarih bütünlüğü sinmiştir camilerine. Şehir manevi koruma altına alınmıştır türbeleriyle. Tekne turu ile şehri avuçlarınızın içinde hisseder, ayrılmak istemezsiniz. Dünyada eşi olmayan peş peşe 28 şelaleden oluşan Erfelek Tatlıca şelaleleri birdir bir oynayan çocuklar gibidir. Dev ağızlı yılana benzer İnaltı mağaraları. Soğuk ve sessiz. Orman Akgöl’ü, Akgöl içindeki balıkları gizler. Doğayı adeta kucaklamıştır Ayancık. Un kokuları gelir ahşap değirmenlerinden. “Ezelidir deli gönül ezeli” şarkısını terennüm eder yaşlıları. “Muallim” türküsü naziredir delikanlıların ağzında.” Tini mini Hanım” sözleri ne de yakışır kızların hallerine. Tarihin her türlü gemisinin modelini bulabilirsin dükkanlarında. İçinizi ısıtır keten dokuma kumaştan yapılmış elbiseleri. Sevgi ile yoğrulmuştur mantı hamuru ve özenle sunulmuştur Teyzelerin ve Halaların sofralarında. Çiftetellisi doldurur düğünlerinde gönül dünyanızı. Her şeye rağmen mutludur insanları.
Atatürk’ün deyimiyle “Ne olurdu Sinop’un yarı güzelliği Ankara’da olsa.”
Selam sana yeşil ile mavinin buluştuğu yeryüzü cenneti…
Selam sana tarihin, denizin, güneşin ve kumun birleştiği şehir…
Selam sana kuzeyin parlayan yıldızı ve Antik Kenti…
Selam sana yürüyen insanlar şehri…
Selam sana mantı cenneti şehir…
Selam sana zindan diyarı şehir…
Selam sana Karadeniz’in incisi şehir…
Selam sana Sinop.

                               Kamil Çakır 05.08.20014

7 Haz 2014

Ne garip bir soru! Bu kişi ne yapmaya çalışıyor dediğinizi duyar gibi oluyorum! Ama şöyle uzaklara gitmeden çevremize bir göz atalım. Müslümanlar şöyle Müslümanlar böyle, Müslümanlık bizi geri bıraktı, “millet aya biz yaya” diye ileri geri söz edenleri duymuyor muyuz çevremizde?
Hal bu ki, Müslüman kale gibi kuvvetli yıkılmaz bir inanca sahiptir,
inancından asla taviz vermez. İman söz konusu olunca zerre miktarı şüphe barındırmaz kalbinde! Sapasağlam inancını sadece kalbinde de taşımaz, yeri geldiğinde haykırır Hz. Ömer misali!
            Yaratanın onu kendine kulluk etsin diye yarattığını bilir ve ibadetlerini layıkıyla O’nun emrettiği gibi, O’nun Resulünün öğrettiği gibi, ihlâsla ve samimiyetle yapar.
            Yalan yere yemin etmek, yalancı şahitlik yapmak şöyle dursun, yalan söylemenin münafıklık alameti olduğunu bilir ve asla yalan söylemez.
            Değil içki içmek, kumar oynamak, içki içilen ve kumar oynanan ortamda bulunmaktan bile hayâ eder!
Dolandırıcılık yapmak, adam aldatmak, yol kesmek, eşkıyalık yapmak, başkasının malına zarar vermek, alavere – dalavere gibi kavramlarla tanışık değildir Müslüman! Bu tür pis işlerle, işi de olmaz zaten! Bu tür tezgâhlara düşmemek için uyanık davranır. Diğer Müslüman kardeşlerinin de böyle tuzaklara düşmemesi için onları uyarır, nasihat eder, kol kanat gerer, korur-kollar onları!
Eliyle ve diliyle hiç bir kimseyi incitmediği gibi, korumasız ve zayıf kimselerin, bazı kaba-saba kimseler tarafından incitilmesine de müsaade etmez.
Üzerine aldığı görevi en güzel bir şekilde yapmaya gayret eder, verdiği sözde durur, emanete hıyanet etmez.
            Özü neyse sözü de odur. Ok gibi dosdoğru olur Müslüman! Menfaat uğruna yay gibi eğilip bükülmez. İki yüzlülük yapmaz, insanları birbirine düşürecek davranışlarda bulunmaz.
Müslüman, ana babasına saygıda kusur etmez. Öf yeter artık demek yoktur onun lügatında!
O, Ebu Bekir gibi sadakatine güvenilir dosttur! Kendisi gibi ahlaklı kişilerden seçer arkadaşlarını!
O küçüklerini sever, büyüklerine saygılı davranır, komşularını incitmez, herkese iyilik etmeye çalışır. Bilmeden bir kusur işlediğinde ise, özür dilemek şanındandır Müslüman’ın! Biri kendine kötülük mü etti? Bağışlamasını da bilir yeri geldiğinde! Öç almak, kin tutmak yazmaz onun kitabında!
            Müslüman daima geliştirir kendini. Yeniliklere açık olur, öğrenmede sınır tanımaz. Çünkü rehberi, yol göstericisi, Peygamberi ona emretmiştir ki, “İlim Çin’de de olsa ona ulaş, onu öğren” “Düşmanının silahıyla silahlan” “iki günü müsavi olan bizden değildir” Bu emirleri yerine getirmek için her çağda düşmanlarından üstün olmaya, bilimde, teknolojide öncü olmaya mecbur hisseder kendini. Bunun için var gücüyle çalışır çabalar Müslüman.    
            Rızkını helal yoldan temin etmek için uğraş verir, sanki hiç ölmeyecekmiş gibi! Lakin yarın ölecekmiş gibi de yapar âhiret hazırlığını!
Müslüman kanaat sahibidir, mal-mülk edinme hırsına kaptırmaz kendini! Rızık verenin Allah olduğunu bilir ve inanır ki, kendisine ne rızık tayin edilmişse, o kadarını elde edecektir. Rızkı veren ne eksik verecektir ne de fazla. Çünkü Allah (c.c.) adildir asla zalim değildir.  
Müslüman, uzatır elini muhtaç kişiye, yardım eder fakire! Yetimlere ve kimsesizlere sahip çıkar, korur, gözetir ve himaye eder onları.
Yukarıda kısaca saydığımız özellikler Müslüman kişilerde bulunması gereken özelliklerdir.
Bu özelliklere sahip Müslüman kişilerin yaşadığı toplumlarda dağınıklık, geri kalmışlık, düşman karşısında çaresizlik, huzur ve güven ortamının olmayışı gibi olumsuzluklardan söz edilemez. O halde nasıl oluyor da Müslümanların yoğunlukla yaşadığı ülkelerde bu saydığımız olumsuzluklar yaşanıyor ve kargaşa hakim oluyor? Suç İslam’da mı Müslümanlarda mı?
İslam’ın hüküm sürdüğü devirlerde insanlar huzurlu ve mutlu bir hayat yaşarlarken, inananlarda gevşeklik baş gösterip tembellik başlayınca, Allahın kendilerine tayin ettiği nimete rıza göstermeyip servet edinme hırsı arttıkça, kanaat azaldıkça, daha fazla mal - mülk elde etmek için inandıkları değerleri bir kenara bırakıp haram-helal gözetmeyerek, gelsin de nereden gelirse gelsin anlayışıyla servet biriktirmeye başlayınca, toplum İslam ahlakından uzaklaştı. İslam ahlakından uzaklaşan toplumun idarecileri de boş durmadı. Onların da gözünü makam ve mevki hırsı bürüdü. Makam ve mevki hırsı uğruna inandıkları gibi yaşamaktan vazgeçerek yaşadıkları gibi inanmaya başladılar. Makam ve mevki sahibi kişilerle servet sahibi kişiler birbiriyle dayanışma içine girdiler ve yaptıkları her şeyi kendileri için mubah görmeye başladılar. Hal böyle olunca servetten, makam ve mevkiden pay alamayanların hakkı yenmeye başlandı. Haksızlığa uğrayan ve hakkının yenildiğini gören bu kesim, seslerini yükseltmeye ve hak aramaya başladı, ama zayıftılar. Güç ellerinde olanlarla baş etmeleri mümkün değildi. Onlarda çareyi başkaldırmakta arayınca huzur ve güven ortamı yok olup yerini kargaşa, zulüm, ihanet, isyan gibi İslam’la ve insanlıkla bağdaşmayan davranışlar aldı. İç çekişmeler başlayıp, kargaşalar arttıkça bilim ve teknolojiden uzaklaşıldı. Böyle olunca da düşmanlarından geri kaldılar. Düşmanda bunu fırsat bilerek, iç çekişmeleri ve kargaşayı körükledi. İçerdeki hainlerle daha sıkı işbirliği yaparak Müslüman ülkeleri iyice zayıflattılar. Araya nifak tohumları ekmek suretiyle İslam ümmetini biri birine düşman ettiler. Müslümanlar düşmanla savaşacakları yerde biri birileriyle dalaşmaya başladılar. Müslüman Müslüman’a düşmanlık etmeye başladı. İş bu boyuta ulaşınca da bu günkü perişanlık kaçınılmaz oldu.   

Şimdi soruyorum size, bu tespitlere katılmayanınız var mı? O halde ne dersiniz, sorun İslam’da mı? yoksa İslam’ı yaşamaktan uzaklaşan Müslümanlarda mı?

4 Haz 2014

Devlet bir şahs-i manevidir. En kötü bir devlet, devletsizlikten binlerce kat daha iyidir. Bugün devleti olmayan ve başka devletlerin esareti altında inleyen milletlerin ne durumda oldukları herkesin malumudur.
Dinimizde devlete karşı ayaklanmak, kuvvet kullanarak iktidarı ele geçirmeye çalışmak ve fitne çıkarmak kesinlikle yasaktır.

30 May 2014

Herhangi bir ümmetin, milletin, devletin birliğini ve bütünlüğünü bozmaya, o ümmetin, milletin, devletin idari yapısını devirmeye, otoritesini yıkmaya, veya bağlı olduğu ümmete, millete, devlete karşı savaşmaya, kendi ümmetine, milletine, devletine karşı düşmanla işbirliği yapmaya yönelik eylemlere “ihanet denir.
İhanet tarih boyunca birçok hukuk sisteminde tüm suçların en büyüğü olarak değerlendirilmiş ve en şiddetli biçimlerde cezalandırılmıştır.
İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’in (A.S.) ve kıyamete kadar insanoğluna düşmanlık edecek şeytanın yeryüzüne indirilişi ile birlikte hak batıl mücadelesi başlamış oldu. O günden bu güne dek, Hakk’ın ve haklının safında yer alanlar olduğu gibi, nefsinin arzularına yenik düşüp kendi çıkarlarını ön planda tutarak şeytanın ve şeytanlaşmış insanların safında yer alanlar daha çok oldu. Bazı kimseler ise dünyalık işleri kendi menfaatleri doğrultusunda yürürken Hakk’ın ve haklının safındaymış gibi göründükleri halde, şartlar değişip işler maddi çıkarlarına ters düşmeye ve kendi aleyhleri doğrultusunda gelişmeye başlayınca, Hakk’ı hukuku bir kenara bırakarak aynı safta göründükleri kişilere ihanet etme suretiyle saf değiştirip, şeytanın ve şeytanlaşmış insanların safına geçerek insanlık onurunu ayaklar altına aldılar. Bu husus ayeti kerime’de Şöyle zikredilir. "İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima hâinlik görürsün." (Mâide: 13) 
Hainlik bir suçtur. Beşeri hukuklarda cezası ağır olduğu gibi, İslam hukukunda da cezası ağırdır.
İslam hukukunda ise suç ve cezalar iki çeşittir
1- Cezası Allah tarafından belirlenenler: .............. Had  ve Kısâs 
2- Cezası İslami idare tarafından belirlenenler: .... Ta'zir
         Devlete isyan suçu, İslâm hukukunda, “Had suçu” olarak yer almıştır ve unsurları tahakkuk ettiği takdirde idam cezası ile cezalandırılır. Bu suçun unsurları, devlete (imama, sultana) karşı ayaklanmak, kuvvet kullanarak iktidarı ele geçirmeyi amaçlamak ve açık bir isyan kasdı içinde bulunmaktır.
Had suçunun cezası, unsurlarının tahakkukuna göre değişir: Sultândan farklı düşündüğü halde bir isyan grubu teşkil etmeyenlere ve bir yerde toplanarak baş kaldırmayanlara dokunulmaz. Propaganda yaparlarsa ikaz edilirler, ileri giderlerse islami idare tarafından belirlenen ceza (ta'zîr cezası) ile cezalandırılırlar. Devlete isyan ettikleri an Had suçu işlemiş sayılırlar ve savaşla yola getirilirler, cezaları da idamdır. Yalnız bunlar Müslüman oldukları için, çoluk-çocukları esir edilmez ve malları ganimet sayılmaz. Bunlara verilen ölüm cezası bir had cezasıdır ve hikmeti de devleti yani nizâm-ı âlemi korumaktır.
Müslüman kimse kendinden olan devlet idarecilerine itaat etmekle yükümlüdür. Zira Allah c.c. Kuran-ı Kerimde Şöyle buyurur: "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin." (Nisa 4/ 59)
Bir Müslüman kendinden olan devlet idarecilerine düşmanlık etmez. Eğer devleti idare edenlerin yönetim usullerini beğenmez ve islamî usullere aykırı olduğuna inanırsa, onlara yumuşak bir lisanla nasihatte bulunur, devlete karşı başkaldırma, ayaklanma ve kuvvet kullanarak iktidarı ele geçirme gibi eylemlere kalkışmaz.
Asla ve asla kendi devletinin sırlarını diğer devletlere ifşa etmez. Devlet idarecileri devleti kötü yönetiyorlar diye devlete karşı başkaldırma, ayaklanma ve kuvvet kullanarak iktidarı ele geçirme niyetiyle İslam dinine düşmanlık eden iç ve dış mihraklı hainlerle, Yahudi ve Hıristiyanlarla işbirliği yapma yolunu tercih etmez. Müslüman’ın Müslüman’dan başka dostu olmadığını bilir. Çünkü Yüce Allah (C.C.) Kuran-ı Kerimde: "Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır." (Mâide: 51)
“Sizin dostunuz ancak Allah'tır, onun Peygamber'idir ve Allah'ın emirlerine boyun eğerek namazlarını kılan, zekâtlarını veren müminlerdir.” (Mâide: 55) diye buyurmaktadır.
Bir Müslüman kişi veya grup, devlet kötü idare ediliyor diye kendi dininden olmayanlarla iş birliği yapıp devlete baş kaldıracağına, bu işte kendinin ne kadar sorumluluğu  var onu değerlendirmeli ve çareler üretmelidir. Zira Peygamber efendimiz (s.a.v.)  “Nasılsanız öyle idare edilirsiniz.” (ed-Deylemî; el-Beyhakî, el-Müsned) buyurmuştur.
Madem Efendimiz (s.a.v.) böyle buyurmuştur. Demek ki, toplumun ıslahı gerekiyor. Bu konuda ciddi çalışmalar yapılırsa, bireyler ve toplum İslami ahlak üzere yetiştirilirse,
böyle bir toplum içinden devleti idare edecek ehil kişiler de çıkacaktır ve böyle olunca da zaten iş kendiliğinden çözülecektir.
İçinde bulunduğu ümmete, millete, devlete ihanet edenler o günün şartlarında bazı mihraklar tarafından korunsa, kollansa ve işledikleri suçun cezasından o anlık kurtulsalar dahi, İlahi adalet bir gün tecelli edecek ve bu suçun cezasını ahrette mutlaka çok şiddetli bir azapla çekecekleri gibi dünyada da suçları cezasız kalmayacaktır. Tarih sayfaları, bu gibi suçların cezasının dünyada çekildiğinin ibretli öyküleriyle doludur. İşte size yakın tarihimizden bir örnek.
Ürdün Kraliyet ailesi Hâşimî soyundan geliyor ve ailenin hazin hikayesi meşhur Şerif Hüseyin'le başlıyor… Hâşimî soyundan gelen meşhur Şerif Hüseyin Osmanlı'ya kafa tutuyor. Şerif Hüseyin'in, isyan ederken birlikte hareket ettiği isim ise İngilizlerin ünlü casusu Lawrens… İkisinin birlikte hareket edip Osmanlı'ya savaş açması ise toplumun belleğinde derin izler bırakıyor.
Şerif Hüseyin, Vehhabî ayaklanması sırasında Hicaz'dan kaçıyor ve İngilizler tarafından Kıbrıs'ta alıkonularak tutsak bir hayat yaşıyor. Şerif Hüseyin'in oğlu Kral I.Abbullah ilk Ürdün Kralı oluyor.
Kral I.Abdullah bir suikaste kurban gidiyor. Yerine geçen oğlu Tallal, akıl hastalığına tutuluyor ve ömrü İstanbul'da Şifa Yurdu'nda geçiyor. Şerif Hüseyin'in diğer çocukları ise Irak Kralı ve Veliaht’ı oluyorlar fakat Onlar da askeri darbede feci şekilde can veriyorlar.
Şerif Hüseyin kendinin ve evlatlarının başına gelenleri; hayal kırıklığı, aşağılanma ve acılar içinde yaşanan ibretlik  bir hayat olarak belirtiyor ve veciz sözlerle söylediği, şu cümle ile özetliyor. "Başımıza gelenler, Osmanlı'ya ihanetimizin ilahi cezasıdır!"
I.Abdullah, babası Şerif Hüseyin'in çektiği vicdan azabını bir anısında şöyle anlatıyor. "Babam çok ıstırap çekti. Bir gün, saray bandosu bahçede konser veriyordu. Hava sıcak, pencereler açıktı. Bir ara bando hepimizin bildiği İzmir marşını çalmaya başladı. Babamın birçok eski hatıralarının canlanmasını önlemek için pencereyi kapattığımda babam bana şöyle dedi. Evlat, neden o pencereyi kapatıyorsun? İzmir marşının eski günleri bana hatırlatmaması için değil mi? Ben velinimetine ihanet etmiş âsi bir kulum, günahım büyüktür. Kral olacağımı sandım, Allah beni sürgünlüğe düşürdü, hasta oldum, buraya sığındım. Pencereyi aç, şu marşı dinleyeyim, duyduğum vicdan azabının şiddeti, o eski hatıraların canlanması ile büsbütün artsın. Bu dünyada çektiğim ıstırap ve vicdan azabı büsbütün ağırlaşsın, ta ki Cenab-ı Hak bu günahkâr kulunu dünyada affederek, ahirette daha büyük cezadan korusun" Amin
                                                        Muammer Yeşiltepe   30/05/2014

25 May 2014

Efendiler Efendisi bir gece Ümmühan’ın evindeyken Cebrail geldi.Ey Muhterem Nebi! Rabbinin huzuruna varmak için kalk, Melekler seni bekliyor dedi.  Birden akıllara durgunluk verecek o olay gerçekleşti. Gırtlağının altındaki çukurdan göbek altına kadar karnı yarıldı. İman ile dolu mübarek kalp yerinden çıkartıldı. İlim ve hikmet ile dolduruldu. Karnı zemzemle yıkandıktan sonra kalp yerine iade edildi.
Adı Burak olan katırdan ufak merkepten büyük beyaz bir binek getirildi. Öyle bir binekti ki bu, gözün görebildiği en uzak noktayı bir adımda adımlıyordu. Kardeşim dediği Cebrail (A.S.) ile birlikte bineğin üzerine taşındılar ve bir anda Mescid-i Aksâ’ya geldiler. Cebrail (A.S.) Burak’ı bütün Peygamberlerin hayvanlarını bağladıkları halkaya bağladı. Cebrail (A.S.) ve Peygamber Efendimiz (S.A.V.) birinci kat semaya yükseldiler.
Birinci kat semanın kapıları açıldı. Cebrail (A.S.) Peygamber efendimize, bu baban Adem’dir, diye Hz. Ademi tanıttı. Kainatın efendisi Hz. Adem’e selam verdi. Adem (A.S.) da selamını aldı ve merhaba Salih Oğul ve Salih Nebi diye mukabelede bulundu. Cibril ile birlikte her kat semaya bir, bir yükseldiler.
İkinci kat Sema’da birbirilerinin teyze oğulları olan Hz. Yahya ve İsa ile karşılaştılar.      
Üçüncü kat Sema’da Hz. Yusuf (A.S.) ile karşılaştılar.
Dördüncü kat semada Hz. İdris (A.S.) ile karşılaştılar. 
Beşinci kat semada Hz. Harun (A.S.) ile karşılaştılar.
Altıncı kat semada Hz. Musa (A.S.) ile karşılaştılar.
Yedinci kat semada Hz. İbrahim (A.S.) ile karşılaştılar.
Her kat semada her Peygambere ayrı, ayrı selam verdiler. Cebrail (A.S.) peygamberleri bu senin kardeşin falan peygamberdir diye tanıttı O Peygamberler de selamı aldıktan sonra merhaba Salih kardeş ve Salih Nebi diye mukabelede bulundular. İbrahim’i (A.S.)’ ise bu senin baban İbrahim’dir diye tanıttı.  İbrahim (A.S.) da selamı aldıktan sonra merhaba Salih oğul ve Salih nebi diye mukabelede bulundu.
Sonra peygamber efendimiz Sidret-ul-Münteha denilen yere kaldırıldı ve Allah-ü Te’âlâ ile görüştü. Maddi gözüyle Allah Teala’nın Zat-ı Şerif’ini temaşa etti.  
Allah-ü Teala’ya “Et-tahiyyatu lillahi ve’s-salâvatü ve’t-tayyibât” (Bütün dualar, senâlar, malî ve bedenî ibâdetler, mülk, azamet Allah’a mahsustur) diye selam verdi.
Cenab-ı Hak da kendisine bu şekilde selam sunan Habib’ine: “Es-selâmu aleyke eyyuhe’n-nebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtuhu (Ey Nebi! Selam, Allah’ın rahmet ve bereketi Sen’in üzerine olsun.) sözleriyle mukabelede bulundu.
Peygamber Efendimiz, Cenab-ı Hakk’ın bu selamına şöyle karşılık verdi: “Es-selâmu aleyna ve alâ ibâdi’llahi’s-salihin (Selam bizim üzerimize ve Allah’ın salih kulları üzerine de olsun.) 
            Bu selamlaşmaya şahit olan bütün melekler, etrafı çınlatacak şekilde “Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasulüh (Şehadet ederiz ki Allah’tan başka ilah yoktur, yine şehadet ederiz ki Muhammed, Allah’ın Rasulü’dür) diye şahitlik ettiler.
            Bütün bu konuşmalar ses ve harf olmaksızın  hafızaların idrak edemeyeceği bir şekilde Resulullah (S.A.V.) efendimizin sadece ruh ile değil ruh ve cesed ile birlikte Sidret-ul-Münteha’da Allah-ü Teâlâ’nın huzurunda bulunması esnasında cereyan etti.
Velhasıl, Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem ruh ve cesedle birlikte Sidret-ul-Münteha’ya kadar  çıkmış, cennet ve cehennemin suretlerini görmüş, Allah-ü Teâlâ ile konuşmuş ve mi’racla şereflendirmiştir.
Mirac olayı ile insanlık, imtihan içinde imtihana tabi tutulmuş oldu. Böylece yüce Allah (c.c.) imanda samimi olanlarla samimi olmayanları, sıddıklar ile yalancıları, birbirinden ayırmış oldu. Bu manayı te’yîden Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Bizim sana gösterdiğimiz ‘rüya/seyr’i ancak insanları imtihan için meydana getirdik.” Buradaki “rü’ya”dan maksat, Mirac’dır. Bu da uykuda değil, uyanık iken yaşanmıştır.
Günümüzde de maalesef,  “bu olay rüya halinde gerçekleşti” deme gafletinde bulunan zavallılar vardır. İsteyen istediği gibi inanabilir. Kimileri Ebu Bekir gibi şeksiz şüphesiz inanır ve sıddıklardan olur. Kimileri de, Ebu cehil gibi Yalanlar ve bedbahtlardan olur. Hepinizin Mi'rac kandilini tebrik eder, Alem-i İslam için hayırlara vesile olmasını Cenab-ı Hakk'tan niyaz ederim 

Muammer Yeşiltepe 25.05.2014

22 May 2014

Cuma günü, müminlerin bayramıdır. Cuma günü yapılan ibadetlere iki kat sevap verilir. Bugün işlenen günahlar da iki kat yazılır. Bundan dolayı ki Cuma gününü, günahlardan kaçarak ibadetle geçirmeye çalışmalıdır! Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: '' Cuma günü günah işlemeden selametle geçerse, diğer günler de selametle geçer. '' (İmam-ı Gazali)
Cuma'yı kılarken Sahabe-i Kiramın sevinçten gözleri dolardı ve korkudan tir tir titrerlerdi ama öyle bir korkuydu ki bu, Cuma günleri cami önlerinde meleklerin beklediğini ve cumaya gelenlerin isimlerini gümüş kalemlerle defterlere yazdıklarını biliyorlardı ve belki bir dahaki Cumaya erişemeyiz diye korkuyorlardı. 
Bu gün öyle bir dua et ki; günahın tövbenin büyüklüğünden ağlasın. Şeytandan yaratana öyle sığın ki, nefsin seni değil; sen nefsini yakasın...
Gökten ne yağdı da yer kabul etmedi. Toprağa ne ekildi de bitmedi. Bu dünya'ya kim geldi de gitmedi. Hangi dert hangi sıkıntı bitmedi. Allah'ın rahmeti, mağfireti kime yetmedi. Kim Allah dedi de O yetişmedi. Kim gizli gizli yalvardı da O işitmedi. Kim Rabbim dedi de O buyur kulum demedi. Dua etmekten kaçınma!  Ama yinede her şeye rağmen dua edecek güzel bir gönlüm yok diyorsan, güzel yürekli insanlardan dua iste. Rabbine şöyle yalvar!
 Ya Rabbi! bizi bugün de dua edenlerden eyle. Her daim şükredenlerden eyle. Sevmeyi bilenlerden eyle. Dünyada rızanı kazanıp âhirette Cennete girenlerden eyle! 
Allahım! Yaptığımız işlerde muvaffakiyetler ihsan eyle. Kötü yollara sevketme. Kötü yollara sevkettiklerini gittikleri yoldan geri çevir. Evlerimize mutluluk ihsan eyle. Taşımakta zorlanacağımız yüklerle imtihan etme. Darda koyma ve muhtaç kılma. Dualarınızın Kabul olması dileği ile Hayırlı cumalar

                                                                             Muammer Yeşiltepe       23/05/2014

2 May 2014

Cuma Günü hakkında Bir kaç hadis-i Şerif
Cuma gününde bir zaman vardır ki, şayet bir müslüman namaz kılarken o vakte rastlar da Allah’tan bir şey isterse, Allah ona dileğini mutlaka verir.
Üzerine güneş doğan en hayırlı gün cuma günüdür. Âdem o gün yaratıldı, o gün cennete konuldu ve yine o gün cennetten çıkarıldı.
Büyük günahlardan kaçınıldığı sürece, beş vakit namaz ile iki cuma ve iki ramazan, aralarında geçen günahlara keffaret olur.
Günlerinizin en faziletlisi cuma günüdür Bu sebeple o gün bana çokca salâtü selâm getiriniz; zira sizin salâtü selâmlarınız bana sunulur.

1 May 2014

Receb’in ilk cuma gecesine Regâib gecesi denir. Regâib, arapça bir kelimedir ve "reğa-be" kökünden gelmektedir. "Reğa-be", kelime olarak, herhangi bir şeyi istemek, arzulamak, ona karşı meyletmek ve onu elde etmek için çaba sarf etmek demektir. Bu kelime “rağbet etmek” anlamında Türkçede de kullanılmaktadır.  Bu geceye Regâib gecesi ismini melekler vermişlerdir.
Her Cuma gecesi kıymetlidir, birde Cuma gecesi ve Regâib gecesi birleşip iki kıymetli gece bir araya gelince, daha da kıymetli oluyor. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurdular: Şu beş gecede yapılan duâ geri çevrilmez. Regaib gecesi, Şabanın 15. gecesi, Cuma gecesi, Ramazan bayramı ve Kurban bayramı geceleri. (İbn-i Asâkir)… Allahü Teâla (c.c.), Ragâib gecesinde, müminlere, râgibetler (ihsanlar, ikramlar) yapar. Bu geceye hürmet edenleri affeder. Bu gece yapılan dua kabul olur, namaz, oruç, sadaka gibi ibadetlere, sayısız sevaplar verilir. Regâib gecesini ibadetle geçirmeli, kazası olan, hiç değilse bir günlük kaza namazı kılmalı, Kazası olmayan da nafile namaz kılmalı, Kur’an-ı kerim okumalı, tesbih çekmeli, tövbe istiğfar etmelidir. Perşembe günü oruç tutup, gecesini de ihya etmek çok sevaptır. Recep ayında oruç tutmak faziletlidir. Bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdular: Receb-i şerifin bir gün başında, bir gün ortasında ve bir gün de sonunda oruç tutana, Receb’in hepsini tutmuş gibi sevap verilir. (Miftah-ül-cenne)… Bir başka hadis-i şerifte ise Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdular:  Receb-i Şerîf’in birinci günü oruç tutmak üç senelik, ikinci günü oruç tutmak iki senelik ve yine üçüncü günü oruç tutmak bir senelik küçük günahlara kefaret olur. Bunlardan sonraki günlerde oruç tutmak her gün için bir aylık küçük günahların af ve mağfiretine vesile olur. (Camiu-s sağir)… Peygamber Efendimiz (s.a.v.) diğer bir hadis-i şeriflerinde ise şöyle buyurdular: Receb büyük bir aydır. Allahü Teâla (c.c.) bu ayda hasenatı kat kat eder. Receb ayında bir gün oruç tutan, bir yıl oruç tutmuş gibi sevaba kavuşur. 7 gün oruç tutana, Cehennem kapıları kapanır. 8 gün oruç tutana Cennetin 8 kapısı açılır. On gün oruç tutana, Allahü Teâla (c.c.) istediğini verir. 15 gün oruç tutana, bir münadi, “Geçmiş günahların affoldu” der. Receb ayında Allahü Teâla (c.c.) Nuh aleyhisselamı gemiye bindirdi ve o da, Receb ayını oruçlu geçirdi. Yanındakilere de oruç tutmalarını emretti. (Taberânî)
Sevgili kardeşlerim sizlere Regâib gecesinin faziletleri ve Receb ayının faziletleri hakkında birkaç hadis-i şerif ve birkaç cümle aktardım ki; bu mübarek Regâib gecesini ve mübarek Recep ayını gafletle geçirmeyelim. Gücümüzün yettiği kadar ibadet ve tâatte bulunalım. Allahü Teâla (c.c.) yaptığımız ve yapacağımız ibadetlerimizi ve tâatlerimizi Kabul buyursun! Amin…
                                   Muammer Yeşiltepe   01 / 05 / 2014

30 Nis 2014


Manevi duygularımızın coştuğu, ibadet etme şevkimizin arttığı, kulluk bilincimizin hassaslaştığı,
Allah-ü Teâlâ’nın (c.c.) lütuf ve ikramının bollaştığı, ecir ve mükâfatının kat, kat arttığı mübarek üç aylara
girmenin sevinç ve mutluluğu hepimizi sarmış bulunuyor. Ne mutlu biz Muhammed (s.a.v.) ümmetine ki,  Allahü Teâlâ, diğer ümmetlerden farklı olarak bizlere manevi atmosferi yüksek, az ibadetle çok derece elde edebileceğimiz bazı özel aylar, günler ve geceler vermiştir.
Bu özel aylarda, günlerde ve gecelerde yapılan ibadetlerden elde edilen ecir ve sevaplar, diğer ümmetlerin uzun yıllar boyu geceli gündüzlü yaptıkları ibadetlerden elde ettikleri ecir ve sevaplara eşdeğerdir ve hatta onlardan daha üstün derecelere haizdir. Mademki bu kadar değerli bir zaman dilimi içerisine girmiş bulunuyoruz, o halde bu özel zamanları çok iyi değerlendirmemiz gerekir. Bu mübarek ayları, günleri ve geceleri tembellik edip gafletle geçirmek, bir mü’min için zarar ve ziyandan başka bir şey değildir. Bu şu duruma benzer ki; bir tüccar ürününü pazarlarken, o ürün hangi ayda, hangi mevsimde, hangi özel günde daha iyi bir bedele satılacak onu iyi biliyor ama tembellik edip o ürünün satış mevsimini kaçırıyor. Hal böyle olunca da, zarar ve ziyana uğraması kaçınılmaz oluyor. Sevgili kardeşlerim! Biz bu tembel tüccar gibi davranmayalım ve bu özel zamanları gafletle geçirmeyelim. Regâib, Miraç, Berat ve Kadir gecelerinin de içinde bulunduğu bu mübarek üç aylar çok değerli aylardır. Rasûlüllah (s.a.v.) Efendimiz bir hadis-i şerifinde; "Recep Allah'ın ayı, Şaban benim ayım, Ramazan ise ümmetimin ayıdır" buyurmuşlardır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu aylara kavuştuğunda, yani Recep ayı geldiğinde çok sevinir ve bu aylara kavuşturduğu için Allahü Teâlâ’ya (c.c.) şöyle dua ederlerdi. 
"Allahumme bârik lenâ fi Recebe ve Şa'ban ve belliğnâ Ramazan"
"Allah'ım! Recep ve Şaban aylarını bizim için mübarek kıl ve bizi Ramazan ayına ulaştır". Âmin!
Rasûlüllah (s.a.v.) Efendimiz bu duayı çokça yaptığı gibi ümmetinin de yapmasını istemişlerdir. Üç ayların ilki olan Recep ayı girdiğinde bu duayı sıkça yapmaya gayret edelim. Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz diğer aylardan daha çok Recep ayına, Recep’ten daha çok Şaban ayına, ondan daha çok da Ramazan ayına önem verir, bu aylara daha fazla özen gösterir, bu aylarda daha çok ibadet eder ve âhiret havasına girerlerdi.
Bu ayların ilki olan Recep ekme ayı, Şaban sulama ayı, Ramazan ise hasat ayıdır. O halde tembellik etmeyip, Recep ayında bol, bol ekim yapmalıyız, ekimini yaptığımız bu ürünü Şaban ayında bol, bol sulamalıyız ve bakımını yapmalıyız ki, Ramazan ayında hasadımız bol ve bereketli olsun. Üç aylar geldiğinde diğer aylardan farklı olarak yapılacak şeylerden bir kaçını sıralamaya çalışalım. Bu aylar dua ve tövbelerimizin kabul edilme ümidini daha fazla hissettiğimiz aylardır. O yüzden bol, bol dua ve tövbe ve istiğfar etmeliyiz.
Bol, bol Kur'an-ı Kerim okumalıyız, okuyanları dinlenmeliyiz, hatim okumaya başlamalıyız. uygun mekânlarda verilen Kur'an ziyafetlerine katılmalıyız. Peygamber Efendimize (s.a.v.) salât ve selâmlar getirmeliyiz, O'nun şefaatini ümit edip, ümmetinden olma şuurunu tazelemeliyiz. İbadetlerimizde daha samimi ve ihlaslı davranmalıyız. Kaza namazlarımız varsa ne kadar kaza namazımızın olduğunu hesap ederek, bir proğram dahilinde (mesela namazlarımızın arkasından o vaktin kazasını kılmak gibi) kaza namazları kılmalıyız. Nafile namazlar kılmaya, nafile oruçlar tutmaya gayret göstermeliyiz. Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum, Allah'ın benden istekleri nelerdir" gibi konular başta olmak üzere derin muhasebeler yapmalıyız. 
Küs ve dargın olduğumuz kimseler varsa, onlarla barışmalıyız, onların gönüllerini almalıyız.
Üzerimizde hakkı olanları arayıp onlardan helallik istemeliyiz. Yoksul, kimsesiz, öksüz, yetim, hasta, sakat, yaşlı olanları ziyaret edip, sevgi, şefkat ve hürmet göstermeliyiz, onları sadakalarla ve hediyelerle sevindirmeliyiz. Vefat etmiş yakınlarımızın, dostlarımızın ve büyüklerimizin kabirlerini ziyaret etmeliyiz.
Hayattaki manevî büyüklerimizin, hocalarımızın, anne ve babamızın, dostlarımızın ve diğer yakınlarımızın üç aylarını, kandilleri bizzat giderek veya telefon ederek tebrik etmeliyiz, onların dualarını almalıyız.
Başta bütün insanlık olmak üzere kendimize ve sevdiklerimize (mümkünse ismen) dualar etmeliyiz.
Resulüllah (s.a.v.)’ın buyurduğu gibi sadaka belayı def eder ve Allah için akıtılan gözyaşları da cehennemin mahşerdeki ateşini söndürür. O halde dünyanın dört bir yanında sıkıntı çeken açlıkla imtihan olan Müslüman kardeşlerimize maddi destek sağlamalıyız. Onların bu sıkıntılardan biran önce kurtulması için gözyaşlarımızla dualar etmeliyiz. Yine aynı şekilde Ümmeti Muhammed’in kurtuluşu için mücadele eden Müslüman kardeşlerimize de maddi destekler sağlayarak yardımda bulunmalıyız. Onların zafere ulaşmaları için dualar etmeliyiz ve elimizden ne gelirse yapmalıyız. Ülkemizin de böyle sıkıntılar yaşamaması için Allahü Teâlâ’ya (c.c.) dua ve niyazda bulunmalıyız. Yazımızı Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in duasıyla bitirelim. "Allah'ım! Recep ve Şaban aylarını bizim için mübarek kıl ve bizi Ramazan ayına ulaştır". Âmin!                    Muammer Yeşiltepe   30 / 04 / 2014

25 Nis 2014

Vaktiyle bir ateşperest, oğlunu evlendirmektedir. Düğün günü çok koyun ve inek kesilir. Et kokuları mahalleyi sarar. Ancak evin bitişiğinde, Müslüman, dul bir kadın, dört yetimiyle yaşamaktadır. Hepsi de günlerdir açtırlar. Kadıncağız, düğün evinin kapısını çalıp, ‘ateş’ ister. Ancak maksadı başkadır. “Belki yemek verirler” diye gitmiştir.
Adam, kadının niyetini anlasa da, bir şey vermez. Kadıncağız, bir daha gidip ‘ateş’ ister. Yine eli boş döner. Üçüncüde yine öyle. Ama ne olur bilinmez, bu defa acır kadına. Hallerini anlamak için dehlize iner ve dayar kulağını bitişik evin duvarına ve dinler. Yetimcik, annesine yalvarıyor:
 — Anneciğim, ne olur bir daha git. Belki bu sefer bir şey verirler. 
Kadın ağlamaklıdır:
- Üç defa gittim yavrum! Artık utanıyorum.
Adam bunu duyar. Kalbi sızlar. güzel bir ‘Sofra’ hazırlatıp, gönderir evlerine. Ve dehlize inip, dinler yine. Yetimlerin en küçüğü dua ediyor:
- Ya Rabbi! O nasıl bize ikram ettiyse, sen de ona
ikram et! Onu imanla şereflendir! Ardından;
- Âmiiiin! sesleri yükselir.
O anda, kalbi döner ateşperest'in. Ve Şehâdet getirip imanla şereflenir. 
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in hadis-i şeriflerinde işaret buyurduğu üzere demek ki, Sadaka, belâyı önlüyor.  Dua, kaderi değiştiriyor!
Allah cümlemize, tasaddukta bulunma şuuru ihsan eylesin ve duası kabul olan kullar hürmetine dualarımızı kabul eylesin. Amin...

24 Nis 2014

Davud (a.s) şöyle dua ederdi: -Ey Rabbim! Senin sevgini bana canımdan, kulağımdan, gözümden, ailemden ve buz gibi sudan daha sevimli kıl.”[1] Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Allah ve Rasulünü her şeyden çok seven kimse imanın tadını almıştır." [2] Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Kıyamet için hazırlanacak azık; Allah ve Rasulünün sevgisidir. Bu sevgi sayesinde sevdiklerinle beraber olursun." [3]
1-Çocuk, Allah Sevgisini Anne-babasından Öğrenir: 
Bir bebek, Allah'ın rahmetinin en büyük eseri olarak anne rahmine düşer. İşte o günden sonra, doğumuna ve ölümüne kadar anne-babaya hediyedir çocuk.. Günü geldiğinde alınacak emanettir. Bedeni miniciktir, aklı ve kalbi tertemizdir. Daha annesinin karnında iken, annesinin sevdiklerini sevmeye başlar. Onun için bir bakıma kalbinin sevgili listesini de anne-baba yazar.. Bir bebeğin sevgi serüveni, anne-babasının kendi varlığından haberdar olduğu gün başlar. Eğer anne, bebeğinin varlığını bir müjde olarak kabul ederse, bazı özel hormonlar kanına karışarak onu anneliğe hazırlar. Bu dönemden sonra ise Allah'ın pek çok rahmeti anne üzerinde tecelli etmeye başlar. Bebeğini canından bile çok sevmesi, onun için her türlü fedakarlığı yapması, şefkati, merhameti, koruyuculuğu, yumuşaklığı, hoşgörüsü, sabrı, sorumluluğu bu rahmetin birer eseridir. Annenin bunları hissetmesi, bebeğin de bunları hissetmesi anlamına gelir. Annesinin duaları, hamd etmesi, şükretmesi, umutları bebeğin kalbine yer eder. Daha doğmamışken bile kalbi, Allah'a sevgi ve şükranla doludur minicik yavrunun.. Bundan sonra önemli olan, o sevgiyi devam ettirebilmektir. Bebeğin ilk sevgi eğitiminde babanın rolü de az değildir. Eşinin hamilelik haberini bir müjde olarak karşılaması, zor döneminde ona anlayış göstermesi, çocuklarının eğitimi, geleceği konusunda sohbet etmesi, anneye destek vermesi, yüreklendirmesi, maddi ve manevi anlamda gereken yardımları üstlenmesi, eşinin karnına elini koyarak bebekle konuşması, kendisini babalık şefkatine ve sorumluluğuna hazırlaması, bebeğin Allah'a olan sevgisinin gelişmesinde çok önemlidir. Anne, babayla bebek arasındaki iletişim kablosu görevi yapar. Eşinden aldığı sevgiyi, desteği ve ilgiyi eksiksiz bir şekilde bebeğine yansıtır. Bunun aksi olarak hamilelik haberini kabus gibi karşılayan anne-baba bebeğe olumlu bir sevgi yansıtamazlar. İstenmeyen çocukların anne-babalarıyla olan ilişkileri de, Allah'la olan ilişkileri de sağlıksız olmaktadır. 
2-Sevgi Merkezli Bir Allah İnancı:  
Anne-babanın çocuklarına Allah hakkında yaptıkları ilk tanım; "Allah çocukları çok sever" olmalıdır. Allah'ın kullarına olan merhameti, şefkati, acıması, verdiği nimetler çocuğa anlatılmalıdır. Anne-babanın Allah'a olan sevgilerini çocuklarına sık sık göstermeleri, çocuğun da Allah'a olan sevgisinin devamını sağlayacaktır. Bir anne-babanın: -Allah bizi ne kadar da çok seviyormuş! Senin gibi güzel bir çocuğu bize vermiş. -Canım Allah'ım! Biz seni çok seviyoruz. Sen de bizi çok sev. Sevgili Allah'ım! Sana çok teşekkür ederiz vb. ifadeler kullanması, çocukta "Allah sevilir" inancını oturtur. Cenneti, cennette güzel kullar için hazırlanan nimetleri anlayabileceği bir dilde çocuğa anlatmak, çocukta cennet sevgisiyle beraber Allah sevgisini de geliştirecektir.
3-Korku Merkezli Bir Allah İnancı:
Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "..Ergenlik çağına erişinceye kadar çocuktan kalem kaldırılmıştır."[4]
Bu, çocukların değil de anne-babaların kesinlikle bilmesi gereken bir hadistir. Anne-babalar bu hadisi bildikleri ve uyguladıkları zaman, bir hata karşısında çocuklarına yetişkin muamelesi yapmaktan kaçınacaklardır. Çocuklar bu hadisi bildiğinde ise; "Bana zaten 15 yaşıma kadar günah yazılmayacak" deyip kötü davranışları hafife alır, özür dileme ve tevbe etme özelliklerini kazanamayabilirler. Çok sık rastladığımız hatalardandır; çocukları Allah'la, azapla ve cehennemle korkutmak. -Yaramazlık yaparsan Allah seni taş eder! -Bizi üzersen Allah seni cehenneme atar! -Sözümü dinlemezsen, Allah seni hiç sevmez! Çocuklarımızı Allah'la ve cehennemle korkutmak, onlara yapabileceğimiz kötülüklerin en büyüğüdür. Bunun sonucunda, çocuklar Allah'tan nefret edeceklerdir. Allah'la ve cehennemle korkutulan çocuklarla konuşulduğunda; "Ben Allah'ı sevmiyorum, çünkü Allah'ın cehennemi varmış. Allah yaramazlık yapan çocukları taş yapıyormuş" gibi cevaplarla sıkça karşılaşılabilir. Çocuk için yaramazlık kaçınılmaz olduğuna göre, o zaman hiçbir çocuğun bu konuda şansı yok demektir. Çocuklarımıza küçük yaşlarında cehennemi, cehennemdeki azap çeşitlerini anlatmak da ruhsal gelişimleri açısından tehlikelidir. Tabii ki kıssa içinde veya konuşulurken cehennem bahsi geçecektir. Çocuk sorduğu takdirde anlayacağı bir dil seçerek; "Dünyada iken çok kötülük yapan insanları Allah'ın cezalandırdığı yer" demeliyiz. Cehennem üzerine olan bahsi de fazla uzatmamalıyız. Çocuk anne-babasına:
-Yaramazlık yaptığım zaman Allah beni sevmez mi? Cehenneme mi atar? diye sorduğunda anne-baba şöyle cevap vermelidir: -Hayır, Allah çocukları hep çok sever. Onları hiçbir zaman cehenneme atmaz. Cennette çocuklar Hz. İbrahim dedelerinin yanında oyun oynayacaklar. Pek çok arkadaşları olacak. Anneleri, babaları da yanlarında olacak. Ama bir hata yaptığımız zaman, özür dileriz. "Özür dilerim Allah'ım, beni affet" dediğimiz zaman Allah bizi affeder. Allah bile bile hata işlemeye devam eden büyüklere ceza verir. Böylece çocuktaki sevgi dolu bir Allah inancı yıkılmamış olacaktır.
Gerçek Bir Hikaye
"Çocuklarına söz geçiremeyen aciz bir anne tanımıştım. Bu kadın zorda kalınca çocuklarını üç şeyle korkuturdu: Baba, öcü ve Allah. Çocuklar oyun oynarken gürültü yapıp söz dinlemedikleri zaman hemen birinci silahını kullanırdı: "Akşam babanız gelsin siz görürsünüz. Temiz bir dayak yiyin de aklınız başınıza gelsin!" Küçük çocuk yatağa girmekte zorluk mu çıkarıyor? Hemen ikinci silahı devreye girerdi: "Çabuk gir yatağına! Yoksa öcüler gelip yer seni!" Annelerine itiraz mı ettiler, kazara ağızlarından kötü bir söz mü çıktı? Üçüncü silahı hazırdı: "Allah annelerine karşı gelen ve kötü söz söyleyen çocukları cehenneminde yakar!" Sonunda ne oldu, biliyor musunuz? Çocuklar Allah'tan, babadan ve öcüden aynı derecede korkar ve nefret eder oldular."  (Çocuğu Kötü Eğitmenin Yolları/Salzmann)
4-Çocukların Boylarından Büyük Soruları:
Çocuklar yedi yaşından önce "Allah'ın hiçbir şeye benzemediği, bizim gibi yiyip içmediği, (ilmiyle) her yerde olduğu" gibi anlatılanları tam olarak kavrayamazlar. Allah'ı insana veya gördükleri başka büyük bir şeye benzetmekten kendilerini alamazlar. Bununla ilgili anne-babalarına ve büyüklerine pek çok sorular sorarlar:
Çocuk:
-Anne, Allah ne kadar büyük?
Anne:
-Bildiğimiz her şeyden ve herkesten daha büyük.
Çocuk:
-Allah babamdan büyük mü?
Anne:
-Elbette. Çünkü babanı ve babandan daha büyük adamları yaratan Allah'tır.
Çocuk:
-Anne, Allah elini kaldırsa bulutları tutabilir mi? Ayağa kalkınca saçları güneşe değebilir mi? Yoksa dağlar kadar mı büyüklüğü?
-Bak yavrum, Allah'ın büyüklüğünü bulutlara veya dağlara benzeterek anlayamayız. Büyük demek, büyük işler yapan demektir. Hadi seninle Allah'ın yarattıklarına bakalım, böylece ne kadar büyük olduğunu anlayalım. Bizler bir bebek yaratabilir miyiz? Minicik ellerini, ayaklarını, gözlerini, kulaklarını yapabilir miyiz?
Çocuk:
-Hayır.
Anne:
-Peki, bizler hayvanları yaratabilir miyiz? Kuşları, kedileri, filleri, aslanları, böcekleri? Veya küçücük bir sinek yaratabilir miyiz?
Çocuk:
-Hayır.
Anne:
-Biz bunları yapamayız. Yapan birisini tanıyor muyuz?
Çocuk:
-Hayır.
Anne:
-Öyleyse Allah her şeyden daha büyük, daha güçlü ve daha becerikli, değil mi?
Çocuk:
-Evet ama biz Allah'ı neden göremiyoruz?
Anne:
-Sence biz her şeyi görebilir miyiz?
Çocuk:
-Sana bakıyorum ve seni görüyorum.
Anne:
-Peki, oturma odasında şimdi kim var, görebiliyor musun?
Çocuk:
-Hayır.
Anne:
-Senin çok güzel bir aklın ve zekan var değil mi? Bunları görebiliyor musun?
Çocuk:
-Hayır.
Anne:
-Göremediğimiz için senin aklın yok mu demek?
Çocuk:
-Hayır:
Anne:
-Peki biz senin aklının olduğunu nasıl anlarız?
Çocuk:
-Aklım çalıştıkça.
Anne:
-Aferin sana! Biz senin aklının ne kadar güzel olduğunu sorduğun sorulardan, yaptığın güzel davranışlardan anlarız. Allah'ın ne kadar büyük olduğunu da, yarattığı şeylerden, verdiği güzel nimetlerden anlarız. Çocuklarımızın Allah hakkında sordukları soruları bu örneğe benzer şekillerde cevaplandırabiliriz. Bu arada günümüzde yaygın olan anlatım hatalarından da uzak durmalıyız:
-Allah gökyüzünde yaşar. Allah'ın evi bulutların üstündedir. (Ayı göstererek): -İşte Allah dede, Allah baba (haşa), bize oradan bakıyor. 
5-Tabiatla Barışık Yaşayan Bir Çocuğun Allah'a İnancı Daha Sağlam Olur:
Apartman dairelerinde sıkışıp kalmış çocukların Allah'ın gücünü ve varlığını anlayıp kavramaları daha zordur. Çünkü en çok gördükleri şey; kocaman binalar diken adamlar, işlerine koşuşturan insanlar, alınanlar, satılanlardır. Çocuğun toprakla beraber olması, böcekleri, kuşları, bitkileri, ağaçları yakından görmesi, onlara dokunması sağlam bir Allah inancının oluşmasında yardımcı olur. Anne-baba çocuğuna tabiatı ne kadar tanıtır, ne kadar sevdirir ve bunları yaratanın Allah olduğunu anlatırsa çocukta ki inanç o derece güzelleşir. Bahçeli evde oturuluyorsa çocuğun bahçeye bir şeyler dikmesini, onları sulamasını sağlamak, bitkilerin büyüyüşünü çocuğa takip ettirerek Allah'ın gücünü anlatmak güzel bir etkinliktir. Apartmanda oturanlar ise bu etkinliği küçük bir saksı veya kutuda yapabilirler. Çiçeklerden veya yapraklardan koleksiyon yapmak da çocuklar için faydalıdır. Farklı farklı çiçekler veya yapraklar kurutularak bir dosyanın içine konur ya da bir deftere yapıştırılır. Çocuğa Allah'ın sanatının inceliği, yarattıklarının özel renkleri, desenleri anlatılır. 
6-Çocuğa Tevhid İnancının Yerleştirilmesi:
Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “İman altmış veya yetmiş küsur şubedir. En üstünü; “La ilahe illallah (Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur)” sözü, en düşüğü ise; yoldan eziyet verici bir şeyi kaldırmaktır. Haya (utanma duygusu) da imandan bir şubedir.”[1] Tevhid; bütün peygamberlerin ortak ve değişmez çağrısıdır. Yaratan, yaşatan ve rızıklandıran bir Allah’a bütün dünya müşrikleri iman ederler. Sorsan ki onlara; yaratan kim? Rızık veren kim? Gökleri ve yeri yaratan kim? Allah derler, sadece Allah..
Peki kimdir hüküm koymaya yetkili? Hayata, aileye, eğitime, ticarete, siyasete müdahale eden, yön veren? Başkaları, Allah’tan başkaları. “Lokman (a.s) oğluna öğüt vererek; “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma, çünkü şirk; çok büyük bir zulümdür” demişti.” (Lokman 13) Yeni konuşmaya başlayan çocuklara; “Allah kaç, söyle bakayım?” diye sorular sorulduğunu duyarız hep. Böyle bir soru yanlıştır, batıldır. “Kaç” sorusu, alternatifi olan şeyler için sorulur. Allah’ın ise alternatifi yoktur. Allah’ın birliği küçücük bir soruya bile konu edilemez. Anne-baba çocuğuna ilk olarak; “Allah birdir!” sözlerini öğretmeli ve özüne işlemelidir. Allah her konuda birdir, tektir, ortağı, eşi ve benzeri yoktur. Yaratmada, rızık vermede, yaşatmada Allah birdir. Ortağı yok. Hayatımızın programını çizmede Allah birdir. Ortağı yok. Hüküm ve yasa koymada Allah birdir. Ortağı yok. Terbiye ve eğitim vermede Allah birdir.. Ortağı yok. Giyim-kuşam ve yaşam tarzını belirlemede Allah birdir.  Ortağı yok. Sosyal, ekonomik, siyasal ve askeri alanlarda Allah birdir.. Ortağı yok. Öldürmede, yeniden diriltmede ve hesaba çekmede Allah birdir.. Ortağı yoktur..
Kendimiz bu inanç üzerine yaşamalı, çocuklarımızı da bu bilinçle yetiştirmeliyiz. Allah’ı birlemedikçe, O’nun sevgisi içimize yerleşmeyecektir. Allah’ı birlemedikçe, güzel ahlakın, güzel ibadetin faydası olmayacaktır. Dikkat ettiğimizde bugün müslüman aileler, gri renkli çocuklar yetiştirmekteler.. İslam nurdur, aydınlıktır, beyazdır.. Küfür ise zulumattır, karanlıktır, siyahtır.. Bugünkü yetişen nesil; ne beyaz ne de siyah.. İkisinin ortasında gri renk.. Biraz güzel ahlak, namaz, ibadet.. Diğer tarafta küfür, şirk, batıl ve yanlışlar. Gözlemlediğimiz zaman çocuklar, ikiyüzlü, münafık bir neslin sinyallerini vermekteler. Bunun nedeni; bizim gri renkli hayatımız değil de nedir? Allah’ı hakkıyla birlemediğimiz, hayatımızın her alanına O’nu dahil etmediğimiz takdirde, ne kendimizdeki ne de çocuklarımızdaki nifakın önüne geçebiliriz.
7-Ek Bölüm:
a-Allah beni yarattı:
Çocuğun yaratılışı hakkında söylenen "Seni bize leylekler getirdi. Biz seni hastaneden aldık. Seni yolda bulduk" gibi asılsız şeyler, çocuğun aklının karışmasına, Allah inancının netlik bulamamasına yol açar. Anne-babalar şunu bilmelidirler ki, sordukları sorulara karşılık çocuklar çok geniş ve ayrıntılı açıklamalar istemezler. Onlara anlayabilecekleri kısa ve öz bir açıklama yapmak yeterlidir. "Ben nereden geldim? Nasıl doğdum?" diye soran bir çocuğa; "Annenle ben Allah'a dua ettik ve bir çocuk istedik. Sonra Allah seni annenin karnında yarattı. Orada büyümeye başladın. Ayaklarınla bazen annenin karnını tekmeliyordun. Süt emecek kadar büyüyünce, annenin karnına ağrılar girmeye başladı. Anladık ki, sen artık aramıza gelmek istiyordun. Hastaneye gittik, doktor teyzeler de yardım ettiler, böylece biz de seni kucağımıza alabildik" gibi hikâyemsi bir anlatım çocukları tatmin edecektir. Sorular devam edebilir, yine uygun cevaplar verilerek, yaratıcının Allah olduğu vurgulanmalıdır.
b-Allah beni görür:
Lokman (a.s)’ın oğluna ettiği şu tavsiye çok önemlidir:
“Yavrucuğum! Yaptığın amel (iyilik veya kötülük) bir hardal tanesi kadar küçük bile olsa, bir kayanın içinde, göklerde veya yerin derinliklerinde bulunsa yine de Allah onu senin karşına getirir. Doğrusu Allah en ince işleri bile görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (Lokman 16)
Kimi anne-babalar çocuklarına; "Kardeşine vurduğunda Allah seni görür. Yaramazlık yapınca sana bakar" diyorlar. Çocuklarımıza Allah'ın her halimizde bizi gördüğünü anlatmalıyız. "Allah bizi her zaman görür. Güzel davranışlarımıza sevinerek bakar. Bizim için cennette çok güzel hediyeler hazırlar. Kötü bir şey yaptığımızda yine bizi görür. Bu defa çok üzülür. Ondan özür dileyelim diye bekler, özür dileyince sevinerek bizi affeder. En iyisi, biz hep güzel şeyler yaparak Allah'ı sevindirelim." Böylece çocuğumuz ilerleyen yaşlarında kendisini gözetleyen bir Rabbinin olduğunu unutmayacaktır.
c-Allah beni duyar:
Burada da sadece kötü sözleri duyan bir Allah değil, güzel sözleri de duyan bir Allah'ı anlatmalıyız. Çocuklar; "Sessizce konuşsam da Allah beni duyar mı?" diye sorarlar. Biz de onlara küçük bir örnekle açıklama yapabiliriz: "Geçen sen hasta olduğunda uyuyordun. Seni uyandırmamak için sessizce Allah'a dua ettim ve seni iyileştirmesini istedim. Allah benim sessiz duamı duydu ve seni iyileştirdi."
Onlara; "Hiç sesimiz çıkmadan içimizden konuşsak bile Allah bizi duyar. Mesela sen içinden; "Allah'ım seni çok seviyorum" dediğin zaman Allah hemen bu söylediğini duyar. O da sana; "Ben de seni çok seviyorum" der. Sen de bunu kulaklarınla değil, kalbinle hissederek anlayabilirsin." "Allah'ım beni görür.
Allah'ım beni duyar. Allah'ım beni bilir. Allah'ım beni sever. Ben de Allah'ımı çok severim.
Allah'ım beni cennetine koy" şeklinde bir duanın yatmadan önce konuşmaya başlayan çocuklara öğretilmesi, tekrar ettirilmesi çocuğun bilinçaltına bu inancın yerleşmesine yardımcı olacaktır.
           "Eyvah Çocuğumu Şeytan mı Eğitiyor?" isimli eğitim kitabından alıntılanmıştır
                                                   Bizlerle bu yazıyı paylaştığı için Aciz Kul Kardeşimize çok teşekkür ederiz.

İletişim

Ad

E-posta *

Mesaj *

Ziyaretciler

Günün Hadis-i Şerifi

Geçmiş Yazılar