5 Ağu 2014

Orta Karadeniz seyahati esnasında Sinop’u da ziyaret eden siyasetçi yazar KAMİL ÇAKIR’IN kaleminden “Denizin Surları Öptüğü Kent: Sinop” başlıklı yazı
                                                                Her şehrin kendine has bir yapısı vardır. Tarihi başlangıcı ve süregelen hayatı ile farklılıklar sunar insanlara.
İçinde acılar ve mutluluklar yan yanadır çoğu kez. Bir insan gibi yaşarlar adeta. Doğarlar, büyürler, gelişirler ve ölürler.
Ölen insanlar gibi gömülürler de bazen. Yüzyıllar sonra kalıntıları çıkarılır toprak altından. Yani yaşayan canlı gibidir şehirler.
Yaşayan şehirler içerisinde belki de en yaşlısıdır Sinop. Antikçağdan beri devam edegelen bir hayatı vardır onun. Helen, Roma, Bizans, Selçuklu gibi misafirleri olmuştur bu şehrin. Yeşille yaşamış ve mavi ile doymuş bir şehirdir bu şehir. Karadeniz’in en uç noktası olması dolayısıyla Türkiye’nin kaptan köşkü gibidir.
Doğanın engin yeşilliği arasından çıkıp şehre girerken, surların yanında elinde feneriyle karşılar sizi Diyojen. Kalpazanlık suçundan sürgün edildiğini hatırladığımızda adeta karşıdaki tarihi ceza evinden kaçmış ve yolunu arayan suçlu görüntüsü sergilemektedir. Yarımada şekliyle denizin içine girmiş şehir, hırçın Karadeniz'e sunulmuş emzik gibi durmaktadır. Bir yanında bu hırçın dalgaları sakinleştiren Karadeniz’i yansıtan dış liman, diğer yanında rüzgarsız ve sakin duruşuyla Akdeniz’i anımsatan İç Liman. Taliplisi çok olan genç kız gibi arzuları kabartmakta olan bu mekan, güzelliğinden dolayı tarih boyunca bir çok istila görmüştür.
Sinop’la özdeşleşmiştir tarihi cezaevi. Nice hayatlar sönmüş karanlık odalarında ve nice umutlar bağlı kalmış zindandaki zincirlerinde. Şiirler, romanlar, yazılar yazılmış aşılması zor surlarla çevrili taş duvarların arasında. Kalenin içinde gizlenmiş hayat yutan bu mekanda dolaşırken, dalga seslerini duyup ona dokunamamanın, doğanın kokusunu alıp ona ulaşamamanın, yüreğindeki bin bir umutla, umutların söndüğü zindanlarda kalmanın ne demek olduğunu anlıyorsunuz. Hasretler, nefretler, özlemler, sevgiler, aşklar, intikamlar, cinayetler ve hulasa duvarlara kazınmış bütün duygular, yıllar sonra gelecek nesillere aktarılmayı bekliyor. Bir umut diye dikilen ağaçların gölgesi serinletmiyor duygu yüklü gönülleri. Bütün suçluların cezasını yüreğinizde hissederek ve gönül dünyanız karmakarışık bir şekilde Sinop hapishanesinden, en kısa süreli bir mahkum olarak, “Aldırma gönül” diyerek ayrılıyorsunuz.
11 top yatağı, cephanelik, asker koğuşu ve mahzenlerden oluşan yarım ay şeklindeki Paşa Tabyası, yarımadanın güney ucunda tarihten dersler vermektedir Osmanlı torunlarına. Osmanlının savaş ve savunma konusunda ne denli gelişmiş olduğunun resmidir bu tabyalar. Bu tabyalar, şehri yer altından fırdolayı dolaşan dehlizleri ile insanların ve şehrin güvenliğini, onları rahatsız etmeden sağlamanın en güzel yoludur adeta.
Tarihe tanıklık ediyorsunuz müzesinde Sinop’un. Yüzlerce yılı üç beş dakikada bir film gibi izliyorsunuz dolaşırken. Yaşayan tarih gibi karşılıyor sizi Etnografya Müzesi. Deniz şehitliğinde Fatihalar yankılanıyor kulaklarınızda. Doğa harikası Hamsilos koyu sonunda bir gelin edasıyla bekler sizi Akliman. Yarımadanın üstünde gün batımını izlerken uzaktan, Türkiye’nin en kuzey noktası İnceburun’dan göz kırpıyor size deniz feneri. Şehitler Çeşmesi’nden içtiğiniz suyun bedeli şehit askerlerin cebinden ödenmiştir yıllar önce. Ölüm hariç her şeyden emin olduğunuz hissi uyanır sizde Kalenin içinde iken. Farklı dinlere saygının timsalidir Balatlar Kilisesi’ne gösterilen ihtimam. Fethin sembolü gibi karşılar sizi Alaaddin camii. Peygamber kokusu alırsınız Seyyid İbrahim Bilal Hazretlerinin cami ve türbesinde. Din ve tarih bütünlüğü sinmiştir camilerine. Şehir manevi koruma altına alınmıştır türbeleriyle. Tekne turu ile şehri avuçlarınızın içinde hisseder, ayrılmak istemezsiniz. Dünyada eşi olmayan peş peşe 28 şelaleden oluşan Erfelek Tatlıca şelaleleri birdir bir oynayan çocuklar gibidir. Dev ağızlı yılana benzer İnaltı mağaraları. Soğuk ve sessiz. Orman Akgöl’ü, Akgöl içindeki balıkları gizler. Doğayı adeta kucaklamıştır Ayancık. Un kokuları gelir ahşap değirmenlerinden. “Ezelidir deli gönül ezeli” şarkısını terennüm eder yaşlıları. “Muallim” türküsü naziredir delikanlıların ağzında.” Tini mini Hanım” sözleri ne de yakışır kızların hallerine. Tarihin her türlü gemisinin modelini bulabilirsin dükkanlarında. İçinizi ısıtır keten dokuma kumaştan yapılmış elbiseleri. Sevgi ile yoğrulmuştur mantı hamuru ve özenle sunulmuştur Teyzelerin ve Halaların sofralarında. Çiftetellisi doldurur düğünlerinde gönül dünyanızı. Her şeye rağmen mutludur insanları.
Atatürk’ün deyimiyle “Ne olurdu Sinop’un yarı güzelliği Ankara’da olsa.”
Selam sana yeşil ile mavinin buluştuğu yeryüzü cenneti…
Selam sana tarihin, denizin, güneşin ve kumun birleştiği şehir…
Selam sana kuzeyin parlayan yıldızı ve Antik Kenti…
Selam sana yürüyen insanlar şehri…
Selam sana mantı cenneti şehir…
Selam sana zindan diyarı şehir…
Selam sana Karadeniz’in incisi şehir…
Selam sana Sinop.

                               Kamil Çakır 05.08.20014

7 Haz 2014

Ne garip bir soru! Bu kişi ne yapmaya çalışıyor dediğinizi duyar gibi oluyorum! Ama şöyle uzaklara gitmeden çevremize bir göz atalım. Müslümanlar şöyle Müslümanlar böyle, Müslümanlık bizi geri bıraktı, “millet aya biz yaya” diye ileri geri söz edenleri duymuyor muyuz çevremizde?
Hal bu ki, Müslüman kale gibi kuvvetli yıkılmaz bir inanca sahiptir,
inancından asla taviz vermez. İman söz konusu olunca zerre miktarı şüphe barındırmaz kalbinde! Sapasağlam inancını sadece kalbinde de taşımaz, yeri geldiğinde haykırır Hz. Ömer misali!
            Yaratanın onu kendine kulluk etsin diye yarattığını bilir ve ibadetlerini layıkıyla O’nun emrettiği gibi, O’nun Resulünün öğrettiği gibi, ihlâsla ve samimiyetle yapar.
            Yalan yere yemin etmek, yalancı şahitlik yapmak şöyle dursun, yalan söylemenin münafıklık alameti olduğunu bilir ve asla yalan söylemez.
            Değil içki içmek, kumar oynamak, içki içilen ve kumar oynanan ortamda bulunmaktan bile hayâ eder!
Dolandırıcılık yapmak, adam aldatmak, yol kesmek, eşkıyalık yapmak, başkasının malına zarar vermek, alavere – dalavere gibi kavramlarla tanışık değildir Müslüman! Bu tür pis işlerle, işi de olmaz zaten! Bu tür tezgâhlara düşmemek için uyanık davranır. Diğer Müslüman kardeşlerinin de böyle tuzaklara düşmemesi için onları uyarır, nasihat eder, kol kanat gerer, korur-kollar onları!
Eliyle ve diliyle hiç bir kimseyi incitmediği gibi, korumasız ve zayıf kimselerin, bazı kaba-saba kimseler tarafından incitilmesine de müsaade etmez.
Üzerine aldığı görevi en güzel bir şekilde yapmaya gayret eder, verdiği sözde durur, emanete hıyanet etmez.
            Özü neyse sözü de odur. Ok gibi dosdoğru olur Müslüman! Menfaat uğruna yay gibi eğilip bükülmez. İki yüzlülük yapmaz, insanları birbirine düşürecek davranışlarda bulunmaz.
Müslüman, ana babasına saygıda kusur etmez. Öf yeter artık demek yoktur onun lügatında!
O, Ebu Bekir gibi sadakatine güvenilir dosttur! Kendisi gibi ahlaklı kişilerden seçer arkadaşlarını!
O küçüklerini sever, büyüklerine saygılı davranır, komşularını incitmez, herkese iyilik etmeye çalışır. Bilmeden bir kusur işlediğinde ise, özür dilemek şanındandır Müslüman’ın! Biri kendine kötülük mü etti? Bağışlamasını da bilir yeri geldiğinde! Öç almak, kin tutmak yazmaz onun kitabında!
            Müslüman daima geliştirir kendini. Yeniliklere açık olur, öğrenmede sınır tanımaz. Çünkü rehberi, yol göstericisi, Peygamberi ona emretmiştir ki, “İlim Çin’de de olsa ona ulaş, onu öğren” “Düşmanının silahıyla silahlan” “iki günü müsavi olan bizden değildir” Bu emirleri yerine getirmek için her çağda düşmanlarından üstün olmaya, bilimde, teknolojide öncü olmaya mecbur hisseder kendini. Bunun için var gücüyle çalışır çabalar Müslüman.    
            Rızkını helal yoldan temin etmek için uğraş verir, sanki hiç ölmeyecekmiş gibi! Lakin yarın ölecekmiş gibi de yapar âhiret hazırlığını!
Müslüman kanaat sahibidir, mal-mülk edinme hırsına kaptırmaz kendini! Rızık verenin Allah olduğunu bilir ve inanır ki, kendisine ne rızık tayin edilmişse, o kadarını elde edecektir. Rızkı veren ne eksik verecektir ne de fazla. Çünkü Allah (c.c.) adildir asla zalim değildir.  
Müslüman, uzatır elini muhtaç kişiye, yardım eder fakire! Yetimlere ve kimsesizlere sahip çıkar, korur, gözetir ve himaye eder onları.
Yukarıda kısaca saydığımız özellikler Müslüman kişilerde bulunması gereken özelliklerdir.
Bu özelliklere sahip Müslüman kişilerin yaşadığı toplumlarda dağınıklık, geri kalmışlık, düşman karşısında çaresizlik, huzur ve güven ortamının olmayışı gibi olumsuzluklardan söz edilemez. O halde nasıl oluyor da Müslümanların yoğunlukla yaşadığı ülkelerde bu saydığımız olumsuzluklar yaşanıyor ve kargaşa hakim oluyor? Suç İslam’da mı Müslümanlarda mı?
İslam’ın hüküm sürdüğü devirlerde insanlar huzurlu ve mutlu bir hayat yaşarlarken, inananlarda gevşeklik baş gösterip tembellik başlayınca, Allahın kendilerine tayin ettiği nimete rıza göstermeyip servet edinme hırsı arttıkça, kanaat azaldıkça, daha fazla mal - mülk elde etmek için inandıkları değerleri bir kenara bırakıp haram-helal gözetmeyerek, gelsin de nereden gelirse gelsin anlayışıyla servet biriktirmeye başlayınca, toplum İslam ahlakından uzaklaştı. İslam ahlakından uzaklaşan toplumun idarecileri de boş durmadı. Onların da gözünü makam ve mevki hırsı bürüdü. Makam ve mevki hırsı uğruna inandıkları gibi yaşamaktan vazgeçerek yaşadıkları gibi inanmaya başladılar. Makam ve mevki sahibi kişilerle servet sahibi kişiler birbiriyle dayanışma içine girdiler ve yaptıkları her şeyi kendileri için mubah görmeye başladılar. Hal böyle olunca servetten, makam ve mevkiden pay alamayanların hakkı yenmeye başlandı. Haksızlığa uğrayan ve hakkının yenildiğini gören bu kesim, seslerini yükseltmeye ve hak aramaya başladı, ama zayıftılar. Güç ellerinde olanlarla baş etmeleri mümkün değildi. Onlarda çareyi başkaldırmakta arayınca huzur ve güven ortamı yok olup yerini kargaşa, zulüm, ihanet, isyan gibi İslam’la ve insanlıkla bağdaşmayan davranışlar aldı. İç çekişmeler başlayıp, kargaşalar arttıkça bilim ve teknolojiden uzaklaşıldı. Böyle olunca da düşmanlarından geri kaldılar. Düşmanda bunu fırsat bilerek, iç çekişmeleri ve kargaşayı körükledi. İçerdeki hainlerle daha sıkı işbirliği yaparak Müslüman ülkeleri iyice zayıflattılar. Araya nifak tohumları ekmek suretiyle İslam ümmetini biri birine düşman ettiler. Müslümanlar düşmanla savaşacakları yerde biri birileriyle dalaşmaya başladılar. Müslüman Müslüman’a düşmanlık etmeye başladı. İş bu boyuta ulaşınca da bu günkü perişanlık kaçınılmaz oldu.   

Şimdi soruyorum size, bu tespitlere katılmayanınız var mı? O halde ne dersiniz, sorun İslam’da mı? yoksa İslam’ı yaşamaktan uzaklaşan Müslümanlarda mı?

4 Haz 2014

Devlet bir şahs-i manevidir. En kötü bir devlet, devletsizlikten binlerce kat daha iyidir. Bugün devleti olmayan ve başka devletlerin esareti altında inleyen milletlerin ne durumda oldukları herkesin malumudur.
Dinimizde devlete karşı ayaklanmak, kuvvet kullanarak iktidarı ele geçirmeye çalışmak ve fitne çıkarmak kesinlikle yasaktır.

30 May 2014

Herhangi bir ümmetin, milletin, devletin birliğini ve bütünlüğünü bozmaya, o ümmetin, milletin, devletin idari yapısını devirmeye, otoritesini yıkmaya, veya bağlı olduğu ümmete, millete, devlete karşı savaşmaya, kendi ümmetine, milletine, devletine karşı düşmanla işbirliği yapmaya yönelik eylemlere “ihanet denir.
İhanet tarih boyunca birçok hukuk sisteminde tüm suçların en büyüğü olarak değerlendirilmiş ve en şiddetli biçimlerde cezalandırılmıştır.
İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’in (A.S.) ve kıyamete kadar insanoğluna düşmanlık edecek şeytanın yeryüzüne indirilişi ile birlikte hak batıl mücadelesi başlamış oldu. O günden bu güne dek, Hakk’ın ve haklının safında yer alanlar olduğu gibi, nefsinin arzularına yenik düşüp kendi çıkarlarını ön planda tutarak şeytanın ve şeytanlaşmış insanların safında yer alanlar daha çok oldu. Bazı kimseler ise dünyalık işleri kendi menfaatleri doğrultusunda yürürken Hakk’ın ve haklının safındaymış gibi göründükleri halde, şartlar değişip işler maddi çıkarlarına ters düşmeye ve kendi aleyhleri doğrultusunda gelişmeye başlayınca, Hakk’ı hukuku bir kenara bırakarak aynı safta göründükleri kişilere ihanet etme suretiyle saf değiştirip, şeytanın ve şeytanlaşmış insanların safına geçerek insanlık onurunu ayaklar altına aldılar. Bu husus ayeti kerime’de Şöyle zikredilir. "İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima hâinlik görürsün." (Mâide: 13) 
Hainlik bir suçtur. Beşeri hukuklarda cezası ağır olduğu gibi, İslam hukukunda da cezası ağırdır.
İslam hukukunda ise suç ve cezalar iki çeşittir
1- Cezası Allah tarafından belirlenenler: .............. Had  ve Kısâs 
2- Cezası İslami idare tarafından belirlenenler: .... Ta'zir
         Devlete isyan suçu, İslâm hukukunda, “Had suçu” olarak yer almıştır ve unsurları tahakkuk ettiği takdirde idam cezası ile cezalandırılır. Bu suçun unsurları, devlete (imama, sultana) karşı ayaklanmak, kuvvet kullanarak iktidarı ele geçirmeyi amaçlamak ve açık bir isyan kasdı içinde bulunmaktır.
Had suçunun cezası, unsurlarının tahakkukuna göre değişir: Sultândan farklı düşündüğü halde bir isyan grubu teşkil etmeyenlere ve bir yerde toplanarak baş kaldırmayanlara dokunulmaz. Propaganda yaparlarsa ikaz edilirler, ileri giderlerse islami idare tarafından belirlenen ceza (ta'zîr cezası) ile cezalandırılırlar. Devlete isyan ettikleri an Had suçu işlemiş sayılırlar ve savaşla yola getirilirler, cezaları da idamdır. Yalnız bunlar Müslüman oldukları için, çoluk-çocukları esir edilmez ve malları ganimet sayılmaz. Bunlara verilen ölüm cezası bir had cezasıdır ve hikmeti de devleti yani nizâm-ı âlemi korumaktır.
Müslüman kimse kendinden olan devlet idarecilerine itaat etmekle yükümlüdür. Zira Allah c.c. Kuran-ı Kerimde Şöyle buyurur: "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin." (Nisa 4/ 59)
Bir Müslüman kendinden olan devlet idarecilerine düşmanlık etmez. Eğer devleti idare edenlerin yönetim usullerini beğenmez ve islamî usullere aykırı olduğuna inanırsa, onlara yumuşak bir lisanla nasihatte bulunur, devlete karşı başkaldırma, ayaklanma ve kuvvet kullanarak iktidarı ele geçirme gibi eylemlere kalkışmaz.
Asla ve asla kendi devletinin sırlarını diğer devletlere ifşa etmez. Devlet idarecileri devleti kötü yönetiyorlar diye devlete karşı başkaldırma, ayaklanma ve kuvvet kullanarak iktidarı ele geçirme niyetiyle İslam dinine düşmanlık eden iç ve dış mihraklı hainlerle, Yahudi ve Hıristiyanlarla işbirliği yapma yolunu tercih etmez. Müslüman’ın Müslüman’dan başka dostu olmadığını bilir. Çünkü Yüce Allah (C.C.) Kuran-ı Kerimde: "Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır." (Mâide: 51)
“Sizin dostunuz ancak Allah'tır, onun Peygamber'idir ve Allah'ın emirlerine boyun eğerek namazlarını kılan, zekâtlarını veren müminlerdir.” (Mâide: 55) diye buyurmaktadır.
Bir Müslüman kişi veya grup, devlet kötü idare ediliyor diye kendi dininden olmayanlarla iş birliği yapıp devlete baş kaldıracağına, bu işte kendinin ne kadar sorumluluğu  var onu değerlendirmeli ve çareler üretmelidir. Zira Peygamber efendimiz (s.a.v.)  “Nasılsanız öyle idare edilirsiniz.” (ed-Deylemî; el-Beyhakî, el-Müsned) buyurmuştur.
Madem Efendimiz (s.a.v.) böyle buyurmuştur. Demek ki, toplumun ıslahı gerekiyor. Bu konuda ciddi çalışmalar yapılırsa, bireyler ve toplum İslami ahlak üzere yetiştirilirse,
böyle bir toplum içinden devleti idare edecek ehil kişiler de çıkacaktır ve böyle olunca da zaten iş kendiliğinden çözülecektir.
İçinde bulunduğu ümmete, millete, devlete ihanet edenler o günün şartlarında bazı mihraklar tarafından korunsa, kollansa ve işledikleri suçun cezasından o anlık kurtulsalar dahi, İlahi adalet bir gün tecelli edecek ve bu suçun cezasını ahrette mutlaka çok şiddetli bir azapla çekecekleri gibi dünyada da suçları cezasız kalmayacaktır. Tarih sayfaları, bu gibi suçların cezasının dünyada çekildiğinin ibretli öyküleriyle doludur. İşte size yakın tarihimizden bir örnek.
Ürdün Kraliyet ailesi Hâşimî soyundan geliyor ve ailenin hazin hikayesi meşhur Şerif Hüseyin'le başlıyor… Hâşimî soyundan gelen meşhur Şerif Hüseyin Osmanlı'ya kafa tutuyor. Şerif Hüseyin'in, isyan ederken birlikte hareket ettiği isim ise İngilizlerin ünlü casusu Lawrens… İkisinin birlikte hareket edip Osmanlı'ya savaş açması ise toplumun belleğinde derin izler bırakıyor.
Şerif Hüseyin, Vehhabî ayaklanması sırasında Hicaz'dan kaçıyor ve İngilizler tarafından Kıbrıs'ta alıkonularak tutsak bir hayat yaşıyor. Şerif Hüseyin'in oğlu Kral I.Abbullah ilk Ürdün Kralı oluyor.
Kral I.Abdullah bir suikaste kurban gidiyor. Yerine geçen oğlu Tallal, akıl hastalığına tutuluyor ve ömrü İstanbul'da Şifa Yurdu'nda geçiyor. Şerif Hüseyin'in diğer çocukları ise Irak Kralı ve Veliaht’ı oluyorlar fakat Onlar da askeri darbede feci şekilde can veriyorlar.
Şerif Hüseyin kendinin ve evlatlarının başına gelenleri; hayal kırıklığı, aşağılanma ve acılar içinde yaşanan ibretlik  bir hayat olarak belirtiyor ve veciz sözlerle söylediği, şu cümle ile özetliyor. "Başımıza gelenler, Osmanlı'ya ihanetimizin ilahi cezasıdır!"
I.Abdullah, babası Şerif Hüseyin'in çektiği vicdan azabını bir anısında şöyle anlatıyor. "Babam çok ıstırap çekti. Bir gün, saray bandosu bahçede konser veriyordu. Hava sıcak, pencereler açıktı. Bir ara bando hepimizin bildiği İzmir marşını çalmaya başladı. Babamın birçok eski hatıralarının canlanmasını önlemek için pencereyi kapattığımda babam bana şöyle dedi. Evlat, neden o pencereyi kapatıyorsun? İzmir marşının eski günleri bana hatırlatmaması için değil mi? Ben velinimetine ihanet etmiş âsi bir kulum, günahım büyüktür. Kral olacağımı sandım, Allah beni sürgünlüğe düşürdü, hasta oldum, buraya sığındım. Pencereyi aç, şu marşı dinleyeyim, duyduğum vicdan azabının şiddeti, o eski hatıraların canlanması ile büsbütün artsın. Bu dünyada çektiğim ıstırap ve vicdan azabı büsbütün ağırlaşsın, ta ki Cenab-ı Hak bu günahkâr kulunu dünyada affederek, ahirette daha büyük cezadan korusun" Amin
                                                        Muammer Yeşiltepe   30/05/2014

25 May 2014

Efendiler Efendisi bir gece Ümmühan’ın evindeyken Cebrail geldi.Ey Muhterem Nebi! Rabbinin huzuruna varmak için kalk, Melekler seni bekliyor dedi.  Birden akıllara durgunluk verecek o olay gerçekleşti. Gırtlağının altındaki çukurdan göbek altına kadar karnı yarıldı. İman ile dolu mübarek kalp yerinden çıkartıldı. İlim ve hikmet ile dolduruldu. Karnı zemzemle yıkandıktan sonra kalp yerine iade edildi.
Adı Burak olan katırdan ufak merkepten büyük beyaz bir binek getirildi. Öyle bir binekti ki bu, gözün görebildiği en uzak noktayı bir adımda adımlıyordu. Kardeşim dediği Cebrail (A.S.) ile birlikte bineğin üzerine taşındılar ve bir anda Mescid-i Aksâ’ya geldiler. Cebrail (A.S.) Burak’ı bütün Peygamberlerin hayvanlarını bağladıkları halkaya bağladı. Cebrail (A.S.) ve Peygamber Efendimiz (S.A.V.) birinci kat semaya yükseldiler.
Birinci kat semanın kapıları açıldı. Cebrail (A.S.) Peygamber efendimize, bu baban Adem’dir, diye Hz. Ademi tanıttı. Kainatın efendisi Hz. Adem’e selam verdi. Adem (A.S.) da selamını aldı ve merhaba Salih Oğul ve Salih Nebi diye mukabelede bulundu. Cibril ile birlikte her kat semaya bir, bir yükseldiler.
İkinci kat Sema’da birbirilerinin teyze oğulları olan Hz. Yahya ve İsa ile karşılaştılar.      
Üçüncü kat Sema’da Hz. Yusuf (A.S.) ile karşılaştılar.
Dördüncü kat semada Hz. İdris (A.S.) ile karşılaştılar. 
Beşinci kat semada Hz. Harun (A.S.) ile karşılaştılar.
Altıncı kat semada Hz. Musa (A.S.) ile karşılaştılar.
Yedinci kat semada Hz. İbrahim (A.S.) ile karşılaştılar.
Her kat semada her Peygambere ayrı, ayrı selam verdiler. Cebrail (A.S.) peygamberleri bu senin kardeşin falan peygamberdir diye tanıttı O Peygamberler de selamı aldıktan sonra merhaba Salih kardeş ve Salih Nebi diye mukabelede bulundular. İbrahim’i (A.S.)’ ise bu senin baban İbrahim’dir diye tanıttı.  İbrahim (A.S.) da selamı aldıktan sonra merhaba Salih oğul ve Salih nebi diye mukabelede bulundu.
Sonra peygamber efendimiz Sidret-ul-Münteha denilen yere kaldırıldı ve Allah-ü Te’âlâ ile görüştü. Maddi gözüyle Allah Teala’nın Zat-ı Şerif’ini temaşa etti.  
Allah-ü Teala’ya “Et-tahiyyatu lillahi ve’s-salâvatü ve’t-tayyibât” (Bütün dualar, senâlar, malî ve bedenî ibâdetler, mülk, azamet Allah’a mahsustur) diye selam verdi.
Cenab-ı Hak da kendisine bu şekilde selam sunan Habib’ine: “Es-selâmu aleyke eyyuhe’n-nebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtuhu (Ey Nebi! Selam, Allah’ın rahmet ve bereketi Sen’in üzerine olsun.) sözleriyle mukabelede bulundu.
Peygamber Efendimiz, Cenab-ı Hakk’ın bu selamına şöyle karşılık verdi: “Es-selâmu aleyna ve alâ ibâdi’llahi’s-salihin (Selam bizim üzerimize ve Allah’ın salih kulları üzerine de olsun.) 
            Bu selamlaşmaya şahit olan bütün melekler, etrafı çınlatacak şekilde “Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasulüh (Şehadet ederiz ki Allah’tan başka ilah yoktur, yine şehadet ederiz ki Muhammed, Allah’ın Rasulü’dür) diye şahitlik ettiler.
            Bütün bu konuşmalar ses ve harf olmaksızın  hafızaların idrak edemeyeceği bir şekilde Resulullah (S.A.V.) efendimizin sadece ruh ile değil ruh ve cesed ile birlikte Sidret-ul-Münteha’da Allah-ü Teâlâ’nın huzurunda bulunması esnasında cereyan etti.
Velhasıl, Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem ruh ve cesedle birlikte Sidret-ul-Münteha’ya kadar  çıkmış, cennet ve cehennemin suretlerini görmüş, Allah-ü Teâlâ ile konuşmuş ve mi’racla şereflendirmiştir.
Mirac olayı ile insanlık, imtihan içinde imtihana tabi tutulmuş oldu. Böylece yüce Allah (c.c.) imanda samimi olanlarla samimi olmayanları, sıddıklar ile yalancıları, birbirinden ayırmış oldu. Bu manayı te’yîden Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Bizim sana gösterdiğimiz ‘rüya/seyr’i ancak insanları imtihan için meydana getirdik.” Buradaki “rü’ya”dan maksat, Mirac’dır. Bu da uykuda değil, uyanık iken yaşanmıştır.
Günümüzde de maalesef,  “bu olay rüya halinde gerçekleşti” deme gafletinde bulunan zavallılar vardır. İsteyen istediği gibi inanabilir. Kimileri Ebu Bekir gibi şeksiz şüphesiz inanır ve sıddıklardan olur. Kimileri de, Ebu cehil gibi Yalanlar ve bedbahtlardan olur. Hepinizin Mi'rac kandilini tebrik eder, Alem-i İslam için hayırlara vesile olmasını Cenab-ı Hakk'tan niyaz ederim 

Muammer Yeşiltepe 25.05.2014

İletişim

Ad

E-posta *

Mesaj *

Ziyaretciler

Günün Hadis-i Şerifi

Geçmiş Yazılar