24 Nis 2014

Bağdat’ta dul bir kadın vardı. Altı öksüz çocuğu ve bir de ihtiyar anası ile yaşardı. Kadın geçimini sağlamak için, hafta boyu el emeği ve göz nuru ile iplik eğirir, onları pazara çıkarır satar, anası ile çocuklarının rızkını temin etmeye çalışırdı. Ömür vaki oldu ve bu dul kadın vefat etti. Çocukların bakımı ise ihtiyar kadına kaldı. Kadın pazara her hafta çıkamıyordu ama ip eğiriyor ve eğirdiği ipleri biriktiriyordu.
Bir zaman geldi baktı ki, altı yüz dirhem kadar ip eğirmiş. Eğirdiği bu ipleri pazara götürmeye karar verdi.
Ya Rabbi! Bu öksüzlerin, yetimlerin rızkını ver, diyerek sabah erkenden pazarın yolunu tuttu. Pazarın yolu da Şeyh Abdülkadir Geylani Hazretlerinin evinin önünden geçiyordu. Kadın Abdülkadir Geylani Hazretlerini görünce durakladı. Şeyh müritleri ile sabah namazından çıkmıştı ki, O da yaşlı kadını gördü ve duraklayarak, hoş geldin bacı, nereye gidiyorsun? dedi Kadın, bir miktar ipliğim var, pazara götürüp satacağım dedi. Abdül Kadir Geylani Hazretleri kadına, ver bakalım, benden altı yüz dirhem ip isteniyor, bu ipleri senin adına ben satayım dedi. Kadın, memnuniyetle, lütuf  buyurmuş olursunuz, efendim dedi ve ipleri verdi. Abdülkadir Geylani Hazretleri eline aldığı ipi şaka yollu mescidin damına atınca hemen nereden geldiği belli olmayan büyük bir kuş gelip, ipi kapıp gitti. Kadın bu ne biçim şakadır diye kendi kendine söylenmeye başlayınca, müritler kadına itiraz etmemesi için işaret ettiler. Kadın da daha fazla bir şey söylemedi. Hazreti Şeyh kadına dönerek, hatun canını sıkma, ipliği satmaya gönderdim, parası gelsin ne kadar para etti ise alırsın dedi. Kadın, pekala diyerek gitti ve ertesi gün tekrar geldi iplik satıldı mı? diye sordu. Abdülkadir Geylani Hazretleri, iplik satıldı, fakat parası henüz gelmedi. Bir hafta kadar bir zaman içinde gelir dedi. Kadın bir hafta sonra tekrar geldi. Para henüz gelmemişti. Abdülkadir Geylani Hazretleri kadına, yarın gel, paranı al dedi. Kadın kendi kendine ,pazara niye gitmedim, şimdi param elimde olurdu diyerek hayıflana, hayıflana, söylene, söylene evinin yolunu tuttu. Bu durumu gören müritler, kadına bir gün daha sabret bakalım, Mevla görelim ne gösterecek, diye kadını sakinleştirmeye çalışırken, bu işin sade bir şaka olmadığının farkında idiler. Ertesi gün, Abdülkadir Geylani Hazretlerinin huzuruna o ana kadar bu semtlerde görülmeyen bir heyet geldi. Hz. Şeyh’e bin altın takdim ettiler. Müritler heyete, bu kadar parayı niçin Şeyhe takdim ettiklerini sordular. Gelenler tüccar olduklarını belirterek,  Altınlar Hazreti Şeyhindir. Denizde yolculuk yaparken fırtına sebebiyle geminin yelkeni delindi, yol alamaz olduk, denizin ortasında kalacaktık. Kaptana bir çaresi yok mu diye sorduğumuzda, var fakat altı yüz dirhem iplik lazım, iplik olsaydı geminin yelkenini onarır ve yolumuza devam ederdik ama şu anda nereden bulacağız dedi. Biz de açtık ellerimizi Allaha dua ettik. Duamızda, Ya Rabbi, bize  Sultanül Arifinin hatırına, altı yüz dirhem kadar iplik gönder, bu sıkıntıdan kurtulalım. Bu sıkıntıdan kurtulursak, hayır yolda harcaması için Sultanül Arifin’e bin altın vereceğiz diye yalvardık. Bir de baktık ki, bir kuş gelip altı yüz dirhem ipliği geminin güvertesine bırakıp uçtu gitti. Şimdi o adağımızı yerine getirdik, dediler. Tüccarlar ayrıldıktan bir müddet sonra, ihtiyar kadın gelip para geldi mi efendim diye sordu? Şeyh de evet geldi dedi ve bin altını kadına verip, benim satışım seninki kadar kârlı olmuş mu? Dedi. Kadın bir anda zengin olmuştu. Şeyhin kendisine şaka yaptığı zannında bulunup hayıflandığı için çok pişman olmuştu. Çok büyük bir memnuniyet içinde Abdülkadir Geylani Hazretleri’ne teşekkür ederek huzurdan ayrıldı. Muhterem kardeşlerim, yeryüzünde Allahü Te’ala’nın hatırlı kulları mutlaka vardır. Kıyamete kadar da olacaktır. Allah c.c. O hatırlı kulların meclisinde bulunmayı cümlemize nasip etsin ve O hatırlı kullar hürmetine bizlere de lütufta bulunsun inşallah.     Amin…
 İnsanlığa iman ve ibadet hususunda dosdoğru yolu öğreten Hz. Peygamber Efendimiz (sav), ahlak hususunda da en güzel örneğimiz olmuştur. Onun ahlakını Allah-u Zülcelal “Andolsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” (Ahzab,21) ayeti kerimesi ile övdü ve örnek gösterdi. Sadece müminlerin değil, mümin olmayanların da hayran kaldığı üstün bir ahlaka sahipti.
Bu güvenden ötürü O’na “el-Emin” unvanını vermişlerdi.
     Hz. Peygamber Efendimizin ahlakı Kuran’dı. İnsanlığın hidayet kaynağı olan Kuran-ı Kerim’i getiren ve içindeki emir ve yasakların tatbikatını bize gösteren iyi bir örnek ve terbiyeci idi. Her konuda ifrat ve tefritten kaçınırdı. Her şeyi ölçülüydü, ahenkliydi ve güzeldi. O’nun ahlakının bir yönü de kararlılık ve devamlılık, yani sebat idi. “Muhakkak ki sen, azim (yüce, yüksek) bir ahlak üzeresin” (Kalem 4) ayeti kerimesi ile bu yönü övülmüştü. Hz. Peygamber Efendimiz (sav) in ahlakının temelinde takva vardı. O’nun ahlakını kemale erdiren bir hususiyet de ihlas yani amelin sırf Allah rızası için olması, kulluğunda ondan başka maksat gözetmemesi, riyadan, gösterişten, menfaat ve şöhretten uzak olmasıdır. Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Zülcelal Hz. Peygamber Efendimiz (sav) i doğru sözlü olarak sena etmiştir. Hiç yalan konuşmamış, en ufak bir hileye başvurmamış, hayatı boyunca hep doğru sözlü olmuş ve ümmetine de daima doğruluğu tavsiye etmiştir. Cömertlik konusunda eşsiz bir ahlaka sahipti. Kendisinden bir şey istendiğinde “hayır” dediği görülmemiştir. Verdikçe sevinir, sevindikçe verir, verirken sevindirir ve kalpleri ısındırırdı. Gençlik çağından itibaren çalışmış ve hiçbir zaman tembellik etmemiş, daima çalışmayı teşvik etmiştir. Dilenciliği hoş görmez, çalışabileceği halde istemeyi mümine yakıştırmazdı. Herkesin hayran kaldığı, hiçbir insanın tahammül edemeyeceği zorluklara sabreden asil ve şerefli bir insandı. Onu hem manen, hem de madden inciten hakaretlere sabreder, müminlere de sabrı tavsiye ederdi. Kendisine iman edenlerin emniyetini en iyi şekilde sağlayan, şecaatli ve tedbirli bir devlet adamıydı. O’nun şecaatinin kaynağı, Allah-u Zülcelal’e olan tevekkül ve teslimiyetti. Bu özelliği müminlere de örnek oluyor, onları cesaretlendiriyordu. Adalet ve müsavat hususunda kendisini diğerlerinden ayrı tutmaz, diğer Müslümanlar gibi develere nöbetleşe biner ve işlerden payına düşeni yapardı. Eli altındaki hizmetçilere, hatta savaş esirlerine bile adaletle davranır, kendi yediklerinden yedirip, giydiklerinden giydirirdi. Zulmü şiddetle yasaklar, adaleti emrederdi. Allah-u Zülcelal O’nu içinde yaşadığı muhitin kötülüklerinden çeşitli şekillerde muhafaza ediyordu. Müstehcen sözleri konuşmaktan kaçınır, edebini muhafazaya çok itina gösterirdi. Öfkesini tutmakta, kötülüğü affetmekte ve yumuşak huylulukta eşsiz bir üstünlüğe sahip olan Hz. Peygamber Efendimiz (sav) her zaman insanların arasını bulur, uzlaştırır ve kavgaları bertaraf ederdi. Hayatının her anında çocuklara, yoksullara ve zayıflara karşı merhametli, akrabalarına karşı sevgi doluydu. İnsanları ahiret hayatında ebedi azaptan kurtarmak için adeta çırpınıyor, ümmetinin şeytanın tuzaklarına düşmemesi için bir baba şefkati ile ikaz ediyordu. Merhameti bütün bir mahlûkatı kapsamıştı. Sadece takva ehlini değil, kusurlu ve günahkâr olanları, cahil, kaba saba bedevilere de aynı merhameti gösterirdi. Rahmet ve keremde umman gibiydi. İnsanlara kıymet verir, değerlerini bildiğini gösterir, nezaketi uzaktan gelenlere olduğu gibi yakınlarından da esirgemezdi. O yüceliğine rağmen çok büyük bir tevazu sahibi idi. Sıradan bir insan gibi hatta daha da alçak gönüllü davranır ve öyle hayat sürer, kendisine bir ayrıcalık yapılmasını istemez, kendisine başvuran aciz ve yoksulların işleriyle meşgul olur, fakirlerle oturmaktan hoşlanır, fazla övgü ve dalkavukluğu sevmez, ibadetleriyle böbürlenmezdi. “Refik-ı Ala” buyurduğu, Mevla’sı tarafından sevilen Hz. Peygamber Efendimiz (sav) in kalbi sevgiyle doluydu. Aile efradına, ehl-i beytine, ashabına ve müminlere karşı çok muhabbetliydi. Çünkü O, kab-ı kavseyn (çok yakınlık) makamının sahibiydi.
Hz. Peygamber Efendimiz (sav) in duasıyla bitirelim.
“Allah’ım! Yaratılışımı güzel yaptığın gibi ahlakımı da güzelleştir!” Amin.                                                                                                                                                                                                 Kamil Çakır
Değerli gönül dostlarım;anlatacağımız beş şeyden kendimizi ve başkalarını korumaya çalışalım.Aksi takdirde birtakım musıbetlerle karşı karşıya kalırız. Sahabeden Abdullah b. Ömer (R.A.) anlatıyor: Bir gün Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz bize yöneldi, akabinde şöyle buyurdular:
“Ey muhacirler cemaati! Beş şey vardır ki, onlarla imtihan olunacağınız zaman artık cemiyette hiçbir hayır kalmamıştır.
Ben, sizlerin o şeyler dönemine erişmenizden ALLAH Teâlâ’ya sığınırım. Bu beş şey şunlardır:
1- Zina-fuhuş: Bir milletin içinde zina-fuhuş ortaya çıkıp, nihayet bunu aleni olarak işlediklerinde, mutlaka o millette taun yani veba hastalığı ve onlardan önce gelip geçmiş milletlerde görülmeyen hastalıklar yayılır.

2- Ölçü ve tartıda hile: Ölçü ve tartıyı eksik yapan her millet; mutlaka kıtlık, geçim sıkıntısı ve başlarındaki idarecilerin zulmü ile cezalandırılır.

3- Zekâtı vermemek: Mallarının zekâtını vermeyen her millet mutlaka yağmurdan menedilir, kuraklık cezasıyla cezalandırılır. Hayvanlar da olmasaydı, onlara yağmur yağdırılmaz, tek damla yağmur düşmezdi.

4- Ahdi bozmak: Hangi millet ALLAH ve Resûlünün ahdini yani kendi aralarındaki veya düşmanla yaptığı anlaşmayı bozarsa, ALLAH Teâlâ, o millete kendilerinden olmayan bir düşmanı musallat eder ve ellerindeki servetlerin bir kısmını, onlar alır.

5- Kitabullah ile hükmetmeyi, amel etmeyi terketmek: Hangi milletin imamları yani devlet adamları, Kitabullah ile hükmetmeyip, amel etmeyip ALLAH Teâlâ’nın indirdiği hükümlerden işlerine geleni seçtiğinde yani diğer hükümleri uygulamadığında ALLAH Teâlâ, onların azabını kendi aralarında kılar yani fitne, fesad ve anarşi gibi azablarla tazib eder, birbirleriyle savaştırır.”

Görülüyor ki, hadis-i şerifte Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz ashabını öyle bir günden sakındırıyor ki: “Ben sizlerin o şeyler dönemine erişmenizden ALLAH Teâlâ’ya sığınırım.” buyurmaktadır. Sakındırmaktan öte o günde yaşamaktan “ALLAH Teâlâ’ya sığınma” vardır. “ALLAH Teâlâ’ya sığınırım” ifadesi ancak işin önemini vurgulamak için söylenir. “Harama el uzatmaktan ALLAH Teâlâ’ya sığınırım, Cehennemin azabından ALLAH Teâlâ’ya sığınırım, İmansız ölmekten ALLAH Teâlâ’ya sığınırım” ifadeleri gibi. Sahabeye dikkat çekici başlangıç ifadesi dahi işin ehemmiyetini ortaya koyar mahiyettedir. Vurgu ağırdır.

Ne yazık ki, hadis-i şerif sanki günümüzü anlatıyor ve bizler de o şanlı 

Resûlün sahabesini sakındırdığı, fitnelerle dolu bir dönemi yaşıyoruz. Hadis-i Şerifte sakındırılan hususlara dikkat edelim ve bulunduğumuz toplumu da uyaralım.
Selam ve dua ile hayırlı günler dilerim....Fi emanillah   Not: Radyomuz Dj'lerinden "Hasretimsin ravzam"ın 
yazısını sizlerle paylaştım. Kendisine çok teşekkür ediyorum. Allah kalemini islam'a hizmet ettirsin inşaallah
“Ve Ben, insanları ve cinleri (başka bir şey için değil, sadece) Bana kul olsunlar diye yarattım.” (Zariyat 56) “Kitaptan sana vahyedilen şeyi oku ve salâtı ikâme et (namazı kıl). Muhakkak ki salât (namaz), fuhuştan ve münkerden nehyeder (men eder). Ve Allah'ı zikretmek mutlaka en büyüktür. Ve Allah, yaptığınız şeyleri bilir.” (Ankebut 45) Müslüman, akıllı ve ergenlik çağına ermiş her insan için farz olan beş vakit namaz, insanı insan olma mertebesine erdiren, yegane dini vazifelerinden biridir.
Namaz; madde ötesi bir varlık olan ve alem-i ervahtan gelen ruhun, madde ötesi alemlerde manevi feyizler ve ruhsal zevklerle huzur bulması ve tatmin olması demektir. Namaz; peygamberler ve evliyaların Allah (cc) yolunda manevi ve ruhani yolculuğudur. Namaz; manevi alemlere yücelmenin anahtarıdır. Namaz; insanın Allah(cc) katındaki değerini ortaya koyan ve nefsini bilmesine yardımcı olan ibadettir. Namaz; dünyevi işlerden kurtulup, ibadetin zirvesine ulaşmak ve Allah’a (cc) gerçek kul olmanın hazzını yaşamaktır. Namaz; imanın en açık belirtisi, en büyük ilahi emirdir. Namaz; ibadetlerin özü, kulun Yaratanına en yakın olduğu manevi iklimdir. Namaz; topraktan gelen insanoğlunun tekrar toprağa dönüşünün simgelenişi, onur ve tevazunun birleşmesi, peygamber efendimize olan sevgi, vefa ve bağlılığın tezahürüdür. Namaz; gaflet perdelerinin parçalanması, ruhsal zevklerin doruğuna çıkılması demektir. Namaz; nefsin her türlü fuhşiyattan kurtulup dış organlarımızla beraber günahtan arınmak için sarıldığımız can simididir. Namaz; nefsani güçlerin harekete geçmesini önleyen ilahi bir teminattır. Namaz; İlahi emirle insanı her türlü kötülük ve günahtan koruyan manevi bir kalkandır. Namaz; insanı Cehennemden koruyan, Cennet’e ve Cemalullah’a ulaşmasını sağlayan, ebedi kurtuluşun anahtarıdır. Namaz; günahlardan korunmakta ve günahların imhası yönünde en etkili ve güvenli silahtır. Namaz; küçük günahları eriten ve yok eden en etkili manevi temizliktir. Namaz; her an Allah’ı (cc) hatırlatan, emir ve yasaklarını bildiren, imandan sonra bütün ibadetlerin aslı ve kökenidir. Namaz; kainatın zikir halkasına dahil olup tüm varlıklarla birlikte Allah’ı(cc) tesbih, hamd ve tekbir ile zikretmektir. Namaz; Alemlerin Rabbi olan Allah’a (cc) tahiyyeler sunmak, birliğini ilan etmek ve kulluğunu kabul etmektir. Namaz; Müslümanların birbirlerinin dualarına ortak olması demektir. Namaz; günahlardan, cehennem ve korkunç azaptan koruyan en sağlam kalkandır. Namaz; dinin direği olan, dünyada ruhsal huzuru ve ahirette cenneti bahşeden en güzel ibadettir. Namaz; gelecek kaygısı taşımadan, kadere iman etmek, yalnızca Allah’a (cc) güvenip tevekkül etmektir. Namaz; ruhsal yapıyı güçlendirmesi yanında ,ruhsal yapıyı da zamanla bozan fiziksel yapıyı dengeleyen, bedenleri ve ruhları tatmin eden en kapsamlı ibadettir. Namaz; Allah’a (cc), resulüne, ve kendine duyduğun saygının tezahürüdür. Namaz; insanın Rabbine azami derecede yaklaştığı, o nisbette de manen büyüdüğü ve yüceldiği bir görevdir. Namaz; Allah’ın (cc) huzurunda kalbin huşu ve korku ile dolduğu, dilin Allah’ı (cc) andığı, bedenin O’na azami derecede tazim ve saygı gösterdiği en güzel bir ibadettir. “Namaz kötülüklere engeldir.” (Ankebut 29/45). “Namaz mü'minin mîracıdır.”(Yunus 10) 04/03/2014 Kamil Çakır
Allah’ü Teâlâ’ya (c.c.) hamd-ü sena ve O’nun Habib’i Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) salat-ü selam olsun. “İlim öğrenmenin önemi” ile ilgili yazımızı, Amelsiz ilmin sahibine bir faydası olmayacağını belirterek noktalamıştık. Peki ilim ile amel nasıl olmalı? Sevgili kardeşlerim, biz ilim ile amel etmek deyince bunu hep ibadetlerdeki amel diye algılıyoruz. Evet ilim ile amelin bu kısmı da var, ama sadece bir kısmı bu. Elbette ki, dinimizi en iyi şekilde öğreneceğiz.
İman hakkında, itikat hakkında, amel hakkında ilim tahsil etmeye elbette ki ihtiyaç var ve bunu en iyi şekilde öğrenmek her Müslüman’ın vazifesidir. Çünkü nasıl iman edeceğiz? İbadetlerimizi nasıl yapacağız?  Bunları öğrenmek her Müslüman için mutlaka gereklidir. Namaz kılarken kıraati yanlış okumamak için Kura’n-ı - kerim ilmi tahsil etmeye ve o ilimle amel etmeye ihtiyacımız var. Gusül nasıl yapılır, abdest nasıl alınır, namaz nasıl kılınır, oruç nasıl tutulur, imanın şartları nelerdir, islamın şartları nelerdir bu ilimleri öğrenmek ve öğrendiklerimizle amel etmek muhakkak ki lazım. Birde ilimle amel etmenin başka boyutu var. Şimdi o konuyu ele alalım. Diyelim ki, dini değil de dünyevî ilim tahsil ettik, bu ilmin ameli olmaz mı? Buna cevap verebilmek için amelin ne anlama geldiğine bir bakalım. Amel, kelime manası olarak; yapılan iş, çalışma, bir emri veya vazifeyi yerine getirme anlamına gelir. Dini bakımdan manası ise; insanın bu dünyada  ahireti ilgilendiren konularda yapmış olduğu davranışlar demektir. Zaten yapılan her işi ahirette karşılığı ne olur diye düşünerek yaparsak, yaptığımız o iş ibadet sayılmaz mı?   
Bir kişi okusa, öğretmen olsa, bu kişinin ilmiyle amel etme gibi bir sorumluluğu yokmudur? Yetiştirdiği öğrencilere milli eğitim müfredatındaki dersleri öğretmekle mükellef olduğu kadar, öğrencilerine öğrendikleri bu ilimleri insanlığın menfaatine, ülkenin menfaatine, Müslümanların menfaatine kullanmaları gerektiğini, hakk ve hakikat ile hareket etmeleri gerektiğini öğretmekle mükellef değimlidir? Bu şekilde davranması ilmiyle amel etmesi anlamına gelmez mi? Aksi bir davranış sergilerse, bunun vebali yokmudur?
Bir kişi okusa hakim olsa,  kişinin ilmiyle amel etme gibi bir sorumluluğu yokmudur? Verdiği hükümlerde haklı kim, haksız kim diye çok titiz bir inceleme ve araştırma yapmakla mükellef değimlidir? Her zaman haklının yanında olması ve daima haksızlığın karşısında olması gerekmez mi? Bu şekilde hareket etmesi ilmiyle amel etmesi anlamına gelmez mi? Haklının hakkını savunma yerine, bir meşrebin, bir mezhebin yada bir sivil toplum kuruluşunun menfaatini önde tutarak hareket etmesi düşünülebilirmi? Böyle davrandığı takdirde bu davranışının bir vebali yokmudur?
Bu örnekleri dahada çoğaltabiliriz. İşin özü her konuda her alanda ilim sahibi olan ve bu ilim sayesinde makam ve mevki sahibi olmuş kişiler ilmiyle amel ederken sadece dünyevi menfaatleri göz önünde bulundurmayarak, bunun ahirette de bir karşılığı olacağını akıldan çıkarmadan hareket etmelidir. Her konuda Allah’ın (c.c.) rızasını ön planda tutmalıdır. Sanki Allah’ı (c.c.) görüyor gibi hareket etmelidir. Zira onlar Allah’ı (c.c.) görmeseler de Allah (c.c.) onları görüyor. Şu ayeti kerimeyi akıldan çıkarmamak gerekir. “Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. Bütün işler O'na döndürülür. Öyleyse O'na kulluk et, O'na güven. Rabbin, yaptıklarınızdan habersiz değildir. ( Hud Suresi 123. ayet)
Rabbim cümlemizi bütün işlerin O’na döndürüleceğini bilerek hareket eden bahtiyar kullarından eylesin. Amin…                                                                                       01/03/2014 - Muammer Yeşiltepe

İletişim

Ad

E-posta *

Mesaj *

Ziyaretciler

Günün Hadis-i Şerifi

Geçmiş Yazılar