22 Oca 2016

Ne hikmettir bu Ya Rab! Hain kaynıyor ülke
Tam da kucak açmışken, mazlumlara Türkiye
Koca bir asır geçti, süründükçe süründük
Emekledik, doğrulduk, ha kalktık ha yürüdük

Derken doğrulacaktık, bu kem gözlere battı
Üç beş kuruş uğruna, hain vatanı sattı

Kim bilir ne uğruna, taşeronluk yaptılar
Dünyevî menfaate, dinlerini sattılar

Çukur ötesi çukur, daha alçak seviye
Ne haysiyet ne şeref, tümü oldu tesviye

Din kisvesi altında, şeytanla iş tuttular
Mahşerde sorulacak, hesabı unuttular

Maşalık ettikleri, o eller kırılacak
Tüm bunların hesabı, bire bir sorulacak

Sizler ilk değilsiniz, bu son da olmayacak
Yapılan ihanetler, yapana kalmayacak

Tutmadı tutmayacak, dünyada nisabınız
Elbette görülecek, ukbada hesabınız  
                                     Muammer Yeşiltepe

                                            22.01.2016

2 Oca 2016

Ülkemizde terör, cinayet, fuhuş, hırsızlık, her türlü alavere dalavere kol geziyor ve asayiş bir türlü sağlanamıyor. Bu gidişle de asayişin sağlanabileceği muhtemel görünmüyor.
Neden mi? Çünkü asayişi sağlasın diye devleti emanet ettiğimiz bazı yöneticiler, bir kısım idareciler ve birçok memur maaşını aldığı bu devlete ihanet edebiliyor. Görevini kötüye kullanabiliyor. Hatta devlet terörle savaşırken bu kimseler teröre destek verebiliyor. Yardım ve yataklık yapabiliyor. Dahası da var. Devletin insanları irşat etsin diye görevlendirdiği imam kılıklı bir hain çıkıyor medya önüne, devlet düşmanlarının propagandasını yapabiliyor, kendi devletine ise hakaretler yağdırabiliyor.
Anlayacağınız at izi it izine karışmış. Yok yok yanlış söyledim! At izini it izinden ayırmak kolay olur. İt izi, kurt izi, çakal izi birbirinin içine girmiş, ayırt edebilene aşk olsun!..
Peki bu işten nasıl kurtulacağız? Her iki tarafına da pislik bulaşmış bu değneği nasıl tutup temizleyeceğiz?
Bu soruyu, Osmanlıda yaşandığı rivayet edilen bir olayı hatırlatarak cevaplamaya çalışalım.

Bir zamanlar İstanbul’da; cinayet, fuhuş, adam yaralama, tecavüz almış başını yürümüş.
Vali ne yaptıysa, bir türlü güvenliği sağlayamamış. Bir taraftan da padişah sıkıştırıyormuş valiyi. Vali baktı gördü olacak gibi değil, İstanbul’u terk etmeye karar vermiş.
Sıradan birisi gibi giyinmiş. Tarlalardan, bağlardan, bahçelerden, tenha yerlerden yürüyerek Güngören sırtlarına varmış. Bakmış ki, bir çoban orada koyun otlatıyor. Selam kelamdan sonra Vali “ne olacak bu İstanbul’un hali” diye mırıldanmış. “Ne varmış İstanbul’un halinde” demiş çoban. Vali olan biteni anlatınca, çoban demiş ki, “beni İstanbul’a vali yapsalar, iki günde şehri düzeltirim”
Vali “Nasıl düzelteceksin söyle bakalım” demiş.
Çoban “Söylemem, yetkim olursa nasıl düzelteceğimi gösteririm” demiş.
Vali “yönetim kademesinde hatırı sayılır dostlarım var. Yetkiyi sana verdiririm”  demiş.
İki gün sonra çoban çıka gelmiş ve konuştuğu adamın vali olduğunu görünce, buyurun sayın valim geldim demiş.
Vali iki günlüğüne yetkiyi devretmiş çobana ve “Artık iki günlüğüne vali sensin, düzelt bakalım nasıl düzelteceksin?” İstanbul’un durumunu demiş çobana.
Yetkiyi alan çoban, derhal talimat vermiş. “İstanbul’u yöneten ne kadar müdür, amir, şef, komutan varsa hepsi falan çayırda toplansın” Zeytinburnu’nda (şimdiki Metro istasyonunun yakınlarında) bir çayırda toplamış hepsini ve tek sıra halinde dizmiş çayıra.
Çoban emir vermiş. “Sıyırın donlarınızı aşağıya”
Baktı ki, kimse aldırış etmiyor. “Vurun birini” diye emretmiş. Bir kişiyi vurdurup delik deşik ettirince, işin ciddiyetini anlayan idareciler anında indirmişler donlarını.
Bir de ne görsünler; 100 kişiden 70’i sünnetsiz.
Çoban bu sünnetsizleri adamakıllı çırptırmış ve hepsini görevden almış. Yerlerine Anadolu yiğitlerinden Müslüman idarecileri görevlendirmiş. Hakikaten kısa sürede İstanbul’da asayiş sağlanmış.
Bu olay dilden dile anlatılmış ve o çayırın adı Çırpıcı Çayırı olmuş.

Ne dersiniz? Böyle bir çobana ülkemizin de ihtiyacı yok mu?

Devlet terörle savaşıyor ama teröristler devletin tepesinde mecliste cirit atıyor. Çıkmayacak mı böyle bir çoban?
Ben inanıyorum ki, böyle ferasetli, cesaretli, kelle koltukta, yeri geldiğinde Allahtan başkasına eyvallah etmeyen, deyim yerindeyse halk nazarında deli Hak nazarında veli biri veya birileri bu çoban gibi davranarak bu pislikten devleti de milleti de kurtarabilir.
         Yeter ki, o kişiler bulunsun ve tam yetki ile yetkilendirilsin!...
SELAM VE DUA İLE
                                                       Muammer Yeşiltepe

                                                               02/01/2016

7 Eki 2015

Bir gün okyanusta yol alan bir gemi kaza geçirerek battı. Gemiden tek bir kişi sağ kurtuldu. Dalgalar bu adamı küçük ıssız bir adaya kadar sürükledi. Adam ilk günler kendisini kurtarması için Allah'a devamlı yalvardı, yakardı ve yardım bulurum umuduyla ufku gözledi. Ama ne gelen oldu, ne giden...
Adayı mecburi mekan tutan adam, daha sonra rüzgardan, yağmurdan ve zararlı hayvanlardan korunmak için ağaç dallarından ve yapraklarından kendine küçük bir kulübe yaptı.
Sahilde bulduğu, gemiden arta kalan konserve, pusula vs. gibi eşyaları bu kulübeye taşıdı. Günler hep aynı geçiyordu. Balık avlıyor, pişirip yiyor, ufku gözlüyor ve kendisini bu ıssız yerden kurtarması için Allah'a dua ediyordu.
Bir gün tatlı su getirmek için yürüyüşe çıkmıştı. Geri döndüğünde kulübesinin alevler içinde yandığını gördü. Dumanlar döne döne göğe yükseliyordu. Başına gelebilecek en kötü şeydi bu. Keder ve öfke içinde donakaldı. Ne yapacağını, ne diyeceğini bilemedi.
"Allah'ım, ben ne günah işledim de bu iş başıma geldi diye feryadı figan etti.
O geceyi tarifsiz bir üzüntü İçinde geçirdi. O kadar dua ettiği halde duasının kabul olmadığına mı yansın başına böyle kötü bir iş geldiğine mi yansın. Bunun nedenini kendi kendine sorguladı durdu...
Ertesi sabah erken saatlerde, adaya yaklaşmakta olan bir geminin düdük sesiyle uyandı. Evet, evet onu kurtarmaya geliyorlardı! Hem de her şeyden umudunu kestiği bir anda.
Kendisini kurtaranlara "Benim burada olduğumu nasıl anladınız?" diye sordu bitkin adam...
Aldığı cevap onu hem şaşırttı, hem de utandırdı: 
"Dumanla verdiğin işareti gördük!"  

16 Eyl 2015

Önceki yazımızda Müslüman Türk devletlerinin Anadoludaki hâkimiyetinin Haçlı seferleriyle önlenemeyeceği anlaşılınca Haçlıların taktik değiştirerek Müslüman topluluklar arasına ajanlar yerleştirdiklerini ve Müslüman topluluklar arasından da kendi amaçlarına hizmet edecek hainler satın aldıklarını anlatmıştık. Bu hainler ve ajanlar sayesinde de Müslüman topluluklar arasında fitne ve fesat çıkartıp Müslümanları içeriden bölerek zayıflattıklarını yazmıştık. 
Durum böyle olunca Müslümanlar kendi içlerinde biri birileriyle itişip kavga ederlerken Haçlılar ekonomik, askerî, siyasi ve kültürel alanda güçlendiler. Bilimde ve teknolojide ilerleme kaydettiler. Müslümanlar ise gelişen bu teknolojiye ayak uyduramayınca güç Haçlıların eline geçti.
Haçlılar bu gücü Müslümanlara karşı öylesine kin, nefret ve intikam duyguları ile kullandılar ki, İnsanlık melekelerini bile yitirip azılı birer katil haline dönüştüler ve Esfele safilin seviyesine indiler.
Tüm bunlar olup biterken içimizdeki hainler kuduz köpeklerin salyalarını akıta-akıta birkaç kemik parçasını beklediği gibi kıyıda köşede Haçlıların artıklarından kendilerine de bir miktar pay düşer diye beklemekle meşgullerdi.
Haçlılar ve içimizdeki hainler tam emellerine ulaştılar derken hesapların üstünde bir hesap her şeyi altüst etti ve hiç beklemedikleri bir şey oldu!..
Haçlılar, İslam topluluklarının doğal lideri konumundaki Türkleri en zayıf anında yakalamışken kendi güç ve kuvvetleri zirveye ulaşmışken yedi düveli de yanlarına almışlarken Çanakkale’de Türkler tarafından yine bozguna ve hezimete uğratıldılar. Hem de bu sefer Türklerin işi tam bitirilecek ve toptan yok edilecekler ve bir daha ayağa kalkamayacaklar dedikleri bir zamanda Türkler tarihe “Çanakkale Geçilmez” destanı yazdırıyordu.
Haçlılar son bir hamle daha yapmakta kararlıydılar. Bir plan daha yaptılar. Rusya, Gürcistan ve Ermeniler doğudan, Yunanlılar ve Yunanlıları destekleyen İngilizler batıdan, Fransızlar ve Ermeniler güneyden, Rumlar ve Ermeniler de içerden olmak üzere Anadolu’yu dört bir yandan kuşattılar.
Bu sefer de Türkler Kurtuluş savaşı mücadelesi başlatıyor. Yunanlılar denize dökülüyor, Fransızlar Anadolu’ya geldiklerine pişman ediliyor, Ruslar ve Ermeniler kuyruklarını kıstırıp kaçıyorlar ve Türkler Tarihe 30 ağustos destanı yazdırıyordu. 
Ne oluyorsa oluyor sanki sihirli bir el değiyor ve Türkler yeniden küllerinden doğuyordu.
Dıştan tüm güçleriyle saldırdılar olmadı. İçten hainlerle zayıflattılar olmadı. Bir şey yapmalılardı ki, bu işi bu sefer çözsünler!
Bir kiralık katil buldular ve o katile Terör örgütü kurdurdular. Seksenli yıllardan beri o kiralık katile kurdurdukları örgütle mücadele ederek oyalanıp duruyorduk. Devlet gelirlerinin çok büyük bir kısmını o mücadelede hiç ediyorduk.
Ülke ve ümmet derdiyle dertlenen bir Lider çıktı ve bu meseleye el attı. Sonuçları ne olursa olsun bu meseleyi çözmeliyiz dedi ve çözüm süreci adı altında bir proje başlattı. Çözüm süreciyle bu meseleyi halledeceğiz diye düşünürken Haçlılar yine içimizdeki hainleri devreye soktu.
“Halkımızın dinî duygularını sömüren adı hizmet hareketi olan ihanet şebekesi Fetö Terör örgütüne mensup savcı ve hâkimlerle işbaşındaki iktidara darbe girişiminde bulunuldu. Bu terör örgütüne bağlı yazılı ve görsel medya kuruluşlarıyla bu girişim desteklendi.
Bu Terör örgütünü kökü dışarıda dal ve budakları içeride olan dış mihraklı hain basın-yayın organları ve onların sözüm ona aydın geçinen tetikçi yazarları da yalnız bırakmadı.     
Doğudaki Kürt kardeşlerimizin duygularını sömüren ve sözde Kürt milliyetçiliği yaptığını iddia eden Silahlı Terör örgütü PKK ile onun siyasi uzantısı HDP kullanılmak suretiyle Terör olayları körüklendi.   
Elindeki silahı Devlete ve Millete Doğrultan hain katiller ile elindeki kalemi Devlete ve Millete karşı kullanan hain kalemşörler ülkemize ve geleceğimize ihanet etmekte biri birileriyle yarış haline girdiler ve var güçleriyle bu süreci provoke ettiler. Bu süreci başlatan Devlet idarecilerini de tahkir etme, itibarsızlaştırma gibi eylemlerle ülkemize ve geleceğimize çok büyük zararlar verdiler ve vermeye devam ediyorlar.        
Biz Müslüman Türkler dışarıdan gelen tehditlere karşı hiçbir zaman boyun eğmedik, gerektiğinde de bu tehditlerin hesabını sorduk. Bu tehditlere kalkışanları da pişman ettik.
Ne var ki içimizdeki hainlere karşı aynı kuvvet ve şiddetle mücadele etmek bir takım zorluklar arz ediyor, biraz sabır gerektiriyor ve bir miktar da zaman alıyor.
Sonuçta Devlet bu mücadelenin de üstesinden gelecek ve hainlere gereken cezayı verecek. Hiçbir hainin yaptığı yanına kâr kalmayacak.  
Yıldızı parlayan Türk Devletlerinde bu ihanetler hep denendi ve Devletimiz her zaman bu ihanetlerin üstesinden geldi, hesabını sordu ve hainlerin cezalarını da verdi.
İçimizdeki hainleri tepelediğimiz ve cezalarını verdiğimiz zaman gücümüze güç kattık ve İslam toplumlarına önderlik yaptık. Şimdilerde de böyle bir dönemeçten geçiyoruz.     
Biz Müslüman Türk toplumu olarak hiçbir zaman Devletimize karşı isyankâr davranmadık. Devlet idarecilerine karşı saygıda kusur etmedik. Her zaman Devletimizin ve Milletimizin yanında yer almış bir topluluğuz. Hiçbir devlette olmayan bir atasözümüz var bizim! “YA DEVLET BAŞA YA KUZGUN LEŞE”
Elbette bir sepetin içinde çürük meyveler bulunabileceği gibi bir toplum içinde de hain unsurlar bulunabilir. Devlet bu hain unsurlarla mücadelesini sürdürüyor, sürdürmeye kararlıdır ve üstesinden gelecektir.
Vatandaş olarak bizler daima bu hain unsurların karşısında olmalıyız. Bu hain unsurlara asla prim vermemeliyiz. Bu hain unsurlarla yapılan mücadelede her zaman Devletimizin yanında olmalıyız.
Allah (celle celalühü) dış ve iç tehditlere karşı devletimizin yürüttüğü her mücadeleyi başarılı kılsın, Devletimizin ve Devlet idarecilerimizin yardımcısı olsun, her daim onlara muvaffakiyetler ve muzafferiyetler ihsan eylesin. (Amin) 

İletişim

Ad

E-posta *

Mesaj *

Ziyaretciler

Günün Hadis-i Şerifi

Geçmiş Yazılar